Zeitgeist gereği herhalde; siyaset konuşurken konuşmaya ‘ben’ diyerek girmeyi adet edindik. Hatip başına dakikada beşten az ben ya da birinci tekil şahıs çekimi sarf edersek dert anlatamıyor gibi bir halimiz var. Söylem elbette kendinde bir oluşum değildir; Richard Sennett kütleleşmiş yapılardaki kişilik bozulmasını ince ince anlatır. Thatcher çirkin sesiyle “toplum yoktur, birey vardır” buyurmadan bir yüzyıl kadar önce, hak mücadelesinde egoist tasarımlara ilişkin erken bir uyarıyı Marx ve Engels yapmıştı. Ama iyisi mi bu küçücük yazı için, pratik felsefenin derin sularına dümen kırmayalım.
Siyaset aktörlerinin siyaseti kimliklerinin bir unsuru gibi tasarlamaları bizim için yeni, zira kendi yetiştiğimiz dönemlerde mevzubahis kendiliği, “büyük” siyasi yapılara kabul ettirmeye çalışmakla meşguldük. Levellers, 1997‘de bir albüm çıkarmıştı, “güpgüçlü zihnimizde hiçbir şey olanaksız değil”di. Ama işte, diyalektik tam da böyle bir şey, her şeyin zıddıyla kaim olduğu gerçeği, siz onu unuttukça karşınıza dikilir. Hareket aksi yönlerde olsa da ben ile biz arasında hakiki bir antagonizma da bulunmaz, buradaki tek sorun belki de sosyal medyadan yayılan ortak beğeniler, zevkler ve arzularla birbirinden zor ayırt edilir bir hal almış kendiliklerimizin nasıl bir toplam oluşturduğu… Çünkü biliyoruz ki tarih kütlelerden değil, zengin birlikteliklerden beslenir. Avrupa’nın göbeğinde, İspanya’da, faşizmi durdurmak için omuz omuza çarpışan cumhuriyetçileri, anarşistleri, komünist ve hatta barışseverleri hatırlayın. Şöyle anlatıyordu Malraux’nun Scali’si o tabloyu: “Az önce umuttan söz ettiniz. Tıpkı aşkta birleşmiş insanlar gibi, eylemde ve umutta birleşmiş insanlar, tek başlarına asla ulaşamayacakları yerlere varırlar. Şimdi bizim filo var ya, onu meydana getirenlerin teker teker handiyse hepsinden daha bir soyludur.”
Belki de iyimser olmak için pek sebebimiz olmayan bu çöküş zamanlarında Umut İlkesi’ne sığınan Terry Eagleton’ın yaptığı gibi, bildiğimiz dünyaya yaslanmak, ama ona yeni gözlerle bakmak fayda sağlayabilir. Çünkü belki de en kalıp ezberimiz saydığımız “bir ağaç-bir orman” şiiri bize hala en “incelikli” hakikati söylüyordur. Gezi direnişi, benlerin tamamını kuşatmasalar da siyasi kimliklerin bir arada hareket etmesinin aynı düşünce hattını benimsemeleri anlamına gelmeyeceğini hepimize tane tane anlatmıştı. Referandum sonrası ise resmi olarak kaybedip gerçekte kazanmış olmanın haklılığıyla, Gezi sonrası yaşanan parçalanmayı engellemenin yolları düşünülürken biraradalığı amorflaştırmadan, çatışmaları iğdiş etmeden, pratikte aynı sonuca varacak bir duruş tasarlamak – hatta belki tasarlamadan, fazla ince düşünmeden biçimlendirmek bir zorunluluktur. Böyle bir hat, siyasi başarısının yanı sıra insanı yaratan eylem olduğundan, bize yoldaşlığın ve biraradalığın tadını yeniden kazandırdığında belki “ben” retoriğinin kendiliğinden gevşeyip silindiğini görmek de mümkün olacaktır.
Peki, bütün bunların ıhlamurlarla ne ilgisi var?
Biz birkaç arkadaş, Gezi gecelerinde biber gazı kesildiğinde gelen kesif ıhlamur kokusuna -mevsimiydi- meftun olmuştuk. Hala da nerede ıhlamur kokusu duysak Gezi’yi hatırlarız. Velhasıl, geçen gün AKM’nin karşısındaki manolyanın yerine diktikleri ağaçlara yaklaşıp bir bakacak oldum ki ne göreyim… Şaka değil, tam on üç tane ıhlamur gelip meydanın ortasına tek ve hür ve kardeşçesine kurulmuşlar.
İşbu yazıyı onların gölgesinde düşündüm. Henüz çiçek açmamışlardı.
*Bu yazı Mukavemet derginin “Umut” temalı 4. sayısında yayınlanmıştır.