Cuma, Nisan 26, 2024
spot_img

İki Marş Bir Ters: “KORKMA!”

“Ayasofya önlerinde çatılmış bir darağacı sabah erkenden. Cankurtaran ilkokulu sınıf öğretmenleriyle birlikte, belki 4.sınıftı, belki beşince sınıf, Yurttaşlık bilgisi uygulaması için üç ayağın önündeydik. Yavrukurtlar da kepleriyle en öndeydiler. ‘Hişt itiş kakış yok! Hadi bakayım!’ Nedense kalemtraşlar, iletkiler, gönyeler ve yuvarlak silgiler de yanlarına alınmıştı. – Silgiler, silerken silinirler de, biliyor musun? Aman dikkat et! – Birbirinizi kakmayın. Uslu uslu hiç konuşmadan. Boy sırasına göre dizilin bakayım. – ‘İşte bu gördüğünüz darağacıdır! İnsanları bununla asarlar haa! Bu da asılmış adam! İdam böyle işte! Çizin. Yazın! Yarın sınıfta göreceğim.” (Ece Ayhan, Morötesi Requiem)

Dünyaya hazır olmadan tamamlanmamış doğan insanın, rahmin “mezarından” mezarın rahmine yolculuğu tehlikelerle doludur. Mecaza sığınarak söylersem, muhtemelen tanrının bile kendini iyi hissetmediği dünyanın halini tek sözcükle özetleme cezasına çarptırılsam “korku” derdim. “Korku”nun insana dair ve dâhil bir hal olduğundan bahisle itiraz başım sözüm üstüne. Lâkin benim korku ile korkunun benle derdi başka. Öncelikle, insanın hallerinin ismin halleri gibi beş olmadığını, sonsuz halde söyleyen ve eyleyen varlık olduğunu söyleyeyim ki can güvenliğim tehlikeye düşmesin. Benim altını çizip üstünü boş bıraktığım “korku”, kadim ve modern kutsallar üzerinden yeniden üretilerek dünyalıları korkuda sabitleyen bir kötülük türü… Baader-Meinhof üyelerinden birinin kapitalizmin değişik modellerini anımsatan, “F Tipleri bir toplum modelidir” cümlesinden el alarak söylersem, değişik kılıklara bürünse de “korku” kapitalizmin model birimidir. Egemenler dünyalıları milli marşlar, köken teorileri, kan, semboller, bayrak vb. üzerinden korkutmakla kalmaz, insanı korkuya dönüştürür. “Korkma!” bir nidadır ve bunun altında yine korku yatar. Ailenin, okulun ve bireyin, dahası âşıkların ve hatta mahalle kasabının modelinin devlet olması kapitalizmin doğasına uygundur. İster içinden ister dışında, ister teoriden ister pratikten bakın manzara şudur: Herkesin tek kişilik devlet olduğu “kötülük toplumu” ve “kötülük dayanışması.”

Foucault’nun “iktidar büyük gözaltıdır” dediği durumun ötesine geçmiş korkudan yapılmış bir dünyada yaşıyoruz… Cemal Süreya’nın yirmi dört ayar tarih ve siyaset kıymetindeki “Ödleriyle öten kuşlar gibi” dizesi “korku toplumlarının” imgesel özetidir. Ulusal Marşlar bize; ister inanın ister inanmayın biz devlet, ulus ve toplum modeliyiz, der.

KUTSAL VE ŞİDDET

“Her şeyin dinsel alan içinde olduğu arkaik veya geleneksel toplumda kutsallık din etrafında örgütlenirken, modernleşme sürecinde kutsallık da dinden kopar ve ulus-devlet çerçevesinde vatan, bayrak, vatan toprağı etrafında, modernite içersinde de insan hayatı, bedeni, canlı olarak insan varlığı etrafındaki tertibatların temelini oluşturur.” (Saime Tuğrul, Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban)

Bize şunu söyler ulusal marşlar: Kan bağına bağlı herkesin, tek veya toplu suçluların ve düşmanların varlığı üzerinde oy birliğine varması gerekmektedir… Kendinin eksiği olan, “doyurulmamış şiddetin” ana karakteri zamanı gelince kıyımını gerekçelendirerek “öteki/düşman” bulmaktır. Kurban-linç-katliam uygulamaları, bozulan düzeni yeniden kurmanın araçlarındandır ve bunun için “oy birliği” mekanizması gerekir. Dinlerin ve devletlerin “Şiddete dayalı oy birliği” mekanizmaları, manevi iş birliği duygusuyla, ulusta kutsal bütünlüğü yeniden sağlar.

Bütün savaşlar ister mitoloji ister teoloji olarak okuyalım, Habil ile Kabil’in, “ilk” cinayetin yeniden üretilmesi değil midir? Freud’un “kurucu cinayet” tanımı da “modern” çağda evcilleşmesine rağmen şiddet ve kutsalın, tabu ve tapunun sürdüğünün delilidir. (“Kutsalın asıl merkezini ve gizli ruhunu şiddet oluşturur.” Rêne Gerard)

Katliamların, mitolojilerde, dinlerde ve modern devletlerdeki “temsili özelliği”, geridekilere korkuyu ve ölümü hatırlatan ritüellerdir. En demokratik devletlerde bile, ötekileri hizaya geçirmek için “Esas duruş mülkün temelidir” kuralı kullanılır. Devletleşmiş dinlerde, dine dönüşmüş devletlerde şiddet ve kurban ilişkisi kurala bağlanarak, hukuken-siyaseten “ehlileştirilirse” de bu şiddetin kapıdan kovulduğunu göstermez. “Kolektif kıyımlar” genellikle normal kurumların zayıflamasına yol açan kriz dönemlerinde meydana gelerek “sürü” halini teşvik eder. Kıyım denkleminin bir diğer ögesi “kan”, dokunduğu her yere kanın ve ölümün rengini verir… Ulusal marşlar kitlelere şöyle der; dinin gittiği yere devletlerin, devletlerin gittiği yere dinin gitmesi tabiatıma uygundur.

Sözün burasında Nurdan Gürbilek misafirimiz olsun: “Ulus çapında her kötülük inşaatında olduğu gibi 12 Eylül’ün de büyük-küçük sorumluları arasında kötülük yapmaktan hoşlanan ‘cani ruhlu’ insanlar elbette vardı. Ama bir ülkede kötülük hâkim olabiliyorsa eğer, bu cani ruhlu insanların sayısı arttığı için değil, kötülük sıradanlaştığı içindir. İnsanlar ‘görev’, ‘vatan’, ‘millet’, ‘bayrak’, ‘ezan’ adına kolayca kötülük yapabildiği, insanları birleştiren ideoloji hem çıkarı gizlediği hem de sorumluluk duygusunu başkalarıyla paylaştırdığı içindir.”

“Kutsallardan” söz etmişken mitolojiye sapıp anlam devşirelim: Sümer’in gök tanrısı Enlil her sabah arınmak için tüm iktidar sembollerinden, tüm güç pelerinlerini çıkarıp, kader tabletlerini bir kenara bırakıp soyunarak suda yıkanırdı. Aslında Enlil’in yaptığı, kutsallarından soyunmaktan öteye kutsallığın sürdürülmesinin ancak her gün iktidar alametlerinden soyunup (!) kutsal suda arınmakla mümkün olduğuna dair bir ritüeldir. O en savunmasız zamanında Enlil’i yani, “en iç odayı korumak” ise mitolojik kuş Anzu’nun görevidir. Bir sabah Anzu, göz ucuyla onun Enlil’in ışın pelerinlerini, kader tabletlerini soyunup suya girmesini seyrederken, iktidara, kutsala sahip olmak arzusuyla aklı çelinir. Ve ertesi sabah, suya girdiği en savunmasız anında Anzu kader tabletlerini ve ışınlı pelerinleri alıp kaçar. Kutsallar benim karakterimdir; böyle söyler marşlar bize…

AJİTASYONDA PEŞREV OLMAZ

“İnsan tek başına kaç kişi olabiliyorsa, o kadar oluyor” (Bilge Karasu)

Mevzuya “ajitasyonun tarihteki yeri” üzerinden girmek de mümkün. Ajitatörler, kitleyi kilitleyip “yüklü anı” yakalayabildiği ve kitlenin temsilini devraldığı devrim anlaşılır ve istenir olur. Devrimci ajitatörün marifeti, uzaktaki devrimi sözcüklerle yakına getirmektir. Tulumbacılar su taşıyarak yangın söndürürken, ajitatör sözcüklerle yangın çıkarmakla kalmaz, kitleyi bir kez daha devrime kesin kayıt yaptırır…

Şimdi de, söz ve ses olarak düzenin temel ajitasyon enstrümanlarından olan marşların şahı olan ulusal marşları göz ve gönül ucuyla dolaşarak, bu yazının kalbinde yer alan ulusal marşlara söz atalım: Dünya genelinde ulusal marşlarda kullanılan temaların kutsal hizası şöyledir: %39 “vatana övgü”, %18 “dua-iyi temenniler”, %18 “mücadele”, %10“kahramanlık”, %7 “atalara övgü-iyi temenniler”, %3 “hükümdara övgü-iyi temenniler”, %1 “dua-atalara övgü”, “atalara ve hükümdara övgü-iyi temenniler” ve “hükümdara övgü” ve %3 sözsüz marşlar…

Söz düzeninin yanı sıra, ses düzeni de olan ulusal marşlarda “ses hizası” şöyledir: Ölçü anahtarı 4/4’lük, en sık kullanılan tempo andante, ortalama marş uzunluğu yirmi sekiz ölçü, en çok kullanılan mod majör, en sık kullanılan ses aralığı Büyük 9’lu, en pes sesin 3.Sol, en tiz sesin 5.Lâ, Formlarda ise en sık dört cümleli yapıya rastlanması, ortalama söz uzunluğunun on altı mısra olması kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişim yasasına uygundur.

Avrupa’daki Ulusal Marşlar şöyle başlar: İngiltere “yemin”, İrlanda “askerler”, Portekiz “kahramanlar”, İspanya “uzun yaşam”, Fransa “Yükselmek”, Belçika “layık”, Almanya “Almanya”, İsviçre “ne zaman”, İtalya, “kardeşler,”, Yunanistan, “nerede”, Bulgaristan “gurur”, Bosna “sen”, Hırvatistan “güzel”, Polonya “henüz değil”, Çek Cumhuriyeti “nerede”, Avusturya “yer”, Bosna “sen”, “İsveç “sen”, Norveç “evet”, Danimarka “orada”, Hollanda “William”, Letonya “yemin”, Slovenya “tüm uluslar çok yaşa…”

Özetle ulusal marşlar bize der ki, aslolan kendi yaramızın, acımızın, kanımızın ve vatanımızın kahramanı olmaktır. İstiklal Marşı’nın başladığı “Korkma!” sözcüğü dâhil tüm sözcüklerin ve sembollerin “biz” inşasına hizmet etmesinin temelinde olmuş ve olacak her şeyin yazılı olduğu “levh-i mahfuz” felsefesi yatar. Mehmet Akif Ersoy’un sözlerini yazdığı İstiklal Marşı’nın dini ve milli şifreleri bu gerçeğe dayanır. Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” şiirini “Türk milli marşı” olarak nitelemesi de geçsin kayıtlara. Bu bilgiler, 12 Eylül sonrasında Askeri Cunta’nın siyasi tutuklu ve hükümlülere zorla İstiklal Marşı ve sofra duası okutma çabalarının rastlantı olmadığının ve “laikliğin” içler acısı halidir.

Mehmet Akif’in kulağını çınlatmışken, bir rivayet aktaralım: Heredot, milattan önce 450 yılında yazdığı eserinde Mısır gezisinden ve Nil Nehri’nde yük taşıyan teknelerden bahsetmişti. Aradan yüz yıllar geçer ve Mehmet Akif’in yolu on yıl yaşayacağı Mısır’a düşer. Akif, bir yandan yıllarca emek verdiği, yayınlanamayan ve halen tartışılan “Kuran Meali” üzerinde çalışırken zaman zaman da Nil kenarında yürüyüş yapar. O günlerden birinde nehrin kıyısında, yelkenlilere un yükleyen hamalları görür ve bir hamalın diğerlerinden farklı davranışları dikkatini çeker. Hamal, un çuvalını sırtına tozutmadan atıp, tozutmadan yürümekte ve yelkenliye tozutmadan yüklemektir. Akif içinden şöyle geçirir: Şimdi anladım; siyaset, un çuvalını tozutmadan sırtlanmak ve tozutmadan yerine koymakmış!

Bu katmanlı konunun girinti ve çıkıntılarını düzleştirip Susan Sontag’ın,“Konu başkalarının acısına bakmak olduğu zaman, ‘biz’ asla cepte keklik sayılmamalıdır” cümlesine de misafir olalım. Sontag’ın bağlamından bağımsız olarak söylersem; genel durum bunun tersidir ve milliyetçilik kendini, başkalarının varlığını ve acısını külliyen reddederek her daim “düşman” olanların varlığı üzerine inşa eder. Bu nedenle de Suriyeli Kürt yazar Helim Yusiv’in, “Yaralarım seni de yardıma çağırıyor” cümlesine kulak verip yardıma koşmak, ulus ve sınır ötesi bir yara bilgisi ve bilinci gereklidir. Bunun yolu ise, bilinenin tersine kaideyi bozacak istisna olmaktır. Can Yücel’in “Aleyhistan’da yeni bir lehçe” olma çağrısı, istisna olmaya davettir. Keza, Günter Grass’ın “Teneke Trampet” kitabının kahramanı on üç yaşındaki Oscar’ın, teneke trampet çalarak Nazi bandosunu devre dışı bırakarak zafer kazanması istisnanın kaideyi bozmasına delildir. Kötülük ve korku su içtiği yere kadar kovalanacaksa, kaybettiğimiz kavramları ve sembolleri geri almak, birbirimizle ve kendimizle yeniden tanışmak şart. Yakın ve uzak tarih bize der ki, bulamayacak kadar birbirimizden uzaklaşmış olamayız…

YANGINDAN KURTARILACAK SEMBOLLER

“Derenin değirmeni/ Yine aldı gam beni/ Şu gaybana sevdaluk/ İpsiz bağladı beni” (Anonim)        

Karadeniz’de yamadan yamaya, uzaktan uzağa yakılan doğaçlama “karşı beri” veya “atma” denilen anonim türkülerden birinde aşk, yirmi dört ayar bir imge olan“ipsiz bağlanma” olarak dillendirilir. Bu anlatım, rızanın yeniden üretilmesinin teorisyeni Gramsci’nin, ulusal marşlar semboller, imgeler ve imajlar dünyası olarak özde ve biçimde hegemonya metinleri ve aygıtlarını hatırlatır. Zorun göstergesi olan marşların ateşleme ve kızıştırmanın yanı sıra, kitleleri uyuşturup, küllendirip, “ipsiz bağlama” özelliklerini unutursak, günlerimiz sembollerimizin gölgesinde düş uykusuna yatmakla geçer.

Öte yandan ulusal marşlar, “imgenin/sembollerin” halleri meselesidir. Sözün, resmin (görsel) ve sesin tek başlarına bazı deneyimleri yarım bıraktığını bilen egemenler, bunları onları bütünlüklü bir bağlama oturtarak hegemonyayı sürdürür. Ulusal marşların, bayrak ile birlikte icra edilmesi ses, söz ve görsellik halinin tezahürü olması, sesin, sözün, görselin ve eylemin yalnız kalmamasıdır. İmgelerin ve sembollerin dış tezahürleri bir yana her zaman dil içi ve duyusal bir deneyim olduğunu bilmek gerekir…

Bizim mahallenin bireylerinin ve kolektiflerinin mağrur kavramlardan, mutlak cevaplardan ve muğlak sembollerden başlayarak da yenildikleri, egemenlerin sembolleri teslim alma, yenme ve yok etmek çabaları tecrübeyle sabit. Bu nedenle, diyalektik imgelere, Baudelaire’in “sembol ormanları” dediği devrime, düşlerimizin özeti sembollere “şekil” olarak bakamayız. Kişi başına düşen korku miktarının giderek çoğaldığı zorun sıratında olduğumuz şu günlerde, biliriz ki, sembollerimiz yenilirse biz de bir kez daha yeniliriz. Yangından kurtarılacak ilk değerlerden olan yaşı bilinmeyen sembollerimiz uzun zamandır düşünceliyse bu devrimin ve devrimcilerin uzun zamandır düşünceli olmasındandır…

Tarih ve siyaset bize şöyle söyler: “Sözcükler, partizanların silahları gibidir; savaş alanında terk edildiklerinde karşı devrimin eline geçer ve savaş esiri gibi angaryaya tabi tutulurlar.” (Mustapha Kyati, Esir Alınmış Sözcükler)

Toprağı şiir olsun Adnan Azar bir şiirinde “yaz bitince en çok yetim kalınıyor/ yaz bitince ‘n’aparım bu yaz da bitince’ diye/ bir şiir bile yazılıyor, korkak bile olunamıyor” demişti… Yazı bitince en çok, okur kalınıyor…

1 Yorum

  1. Yüreğinize sağlık, soluksuz okudum. Gün be gün Yazarına yer vererek alıntılarla kısa kısa paylaşacağım, uzun yazıların okunmama tehlikesini bilerek.

Bir Cevap Yazın

1,407BeğenenlerBeğen
6,510TakipçilerTakip Et