Cumartesi, Nisan 27, 2024
spot_img

Syndemik Bir Olgu Olarak Neofaşizm

“Pan” öneki Yunancadır ve “bütün, tamamen, toplam” anlamına geliyor. “Syn” öneki de Yunanca kökenlidir ve “birlikte, el ele” anlamına gelir.

Toplum Covid-19’dan çok önce de hastaydı. İnsanlar kapitalist ekonomik düzenin dayatmaları içinde geliştirdikleri günlük yaşam tarzlarıyla kendilerini zehirleyip bağışıklıklarını zayıflattılar. Covid-19, yalnızca kötü beslenme, yetersiz egzersiz, obezite, yüksek kan şekeri seviyeleri, hava kirliliği ve yeterli sağlık hizmetlerine erişimdeki sosyal eşitsizliklerle şiddetlenen hastalıkların boyutunu ortaya koydu.

Kısacası son 30 yılda artan kronik hastalıklarla etkileşim, Covid-19’dan bu kadar çok ölümün ön koşullarını hazırladı. Covid-19 işte bu etkileşim sayesinde bu kadar hızlı yayılabildi ve bu kadar yıkıcı sonuçlara neden oldu. Bu açıdan bakıldığında Covid-19 bir pandemi olmaktan çok bir syndemi olarak nitelenmeyi hak ediyor.

Biyolojik analojiler çok sağlam çıkarımlar yapmayı mümkün kılmıyor. Ancak yine de Korona’nın çağrıştırdıkları üzerinden neo faşizmin oluşmasına yol açan “sosyal hastalıkların” etkileşimine dair bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.

Yoksulların siyasal süreçlerle olan ilişkileri sorunludur. 70’li yıllara ait korkular Sağ arenada siyaset yapmanın temel argümanları haline getirildi. Oysa 1977’deki tüp ve “Sana yağı” kuyrukları, Amerika’ya kafa tuttuğu için ülkesi ambargoya uğramış bir siyasetçinin kişisel olandan başlayıp ulusal kapsama yayılan siyasi trajedisinin sonuçlarıydı.

Ülkede tüp, Sana yağı falan yoktu belki ama bir onuru vardı ülkenin. Ama “kiralık akılla” hareket eden kalabalıklar 2019’daki sebze kuyruklarını nasıl sorgulamadılarsa, Ecevit dönemi kuyruklarının karmaşık arka planını da sorgulamaktan kaçındılar. Üç tarafı deniz ama balığın olmadığı, her tarafı verimli toprak ama sebze ve meyvenin ateş pahası, patates ve soğanın kuyruklarla satın alınabildiği bir Türkiye gerçekliğini hazır kıtalar sorgulamıyor. Sorgulamak bir yana, 1000 odalık Saraylarda oturup vatandaşını iki kilo soğan için iki saat kuyrukta bekleten yöneticilerine hayır duası ediyorlar.

70’li yıllardaki gibi kuyrukta beklemeye artık sert itirazlarda da bulunmuyorlar. Akıllı telefonlarıyla vakit geçirip seçim vakti geldiğinde tıpış tıpış, onları kuyruğa mahkûm edenlere oylarını vermeyi sürdürüyorlar.

Değişen iktidar denklemlerinde siyaset, matematiği keşfetti. Siyasi dokuları birbiriyle uyuşmayan hibrid ittifaklar, ilkelerin ölümü pahasına, ulusal uzlaşı olarak pazarlanıyor. Oysa tılsımlı kelime mutabakat aslında “siyasetin sonu” anlamına geliyor.

Cumhuriyet’in kurucu değerlerinden biri olan pozitivizm neredeyse bir din mertebesine yükseltildi. Aydınlanmacı mitin, insanları birleştiren değil de ayrıştırıp kimlik bunalımlarına neden olan siyasi bir işlevi oldu.

Sağ, yeni ırkçı kültürel tasarımlar ve anlatılar ile tarih bilincini iğdiş ederken, kimlik siyaseti de son birkaç on yılda küçük burjuva sol siyasetin açık bir alanı haline geldi. Bir kısım sekter Sol, sınıfsal olandan çok, kimlik sorunlarını siyasi söylemin merkezine koydu. Yoksulların kültürel temsilleri kimlik üzerinden yapılıyor.

Azınlık hakları, toplumsal cinsiyet meseleleri öncelik kazandı. Kimlik sorunsalı, sınıfsal süreçlerin mekanik açıklamalarını daha da ileriye taşıyarak, Türkiye sosyalliğinde Sol’un muhtemel tüm varyantlarını kötürüm etmeyi amaçlıyor.

Milliyetçilik, gericiliğin, kültürel-ırkçı bir kalkışmanın kurucu miti haline getirildi. Gerici milliyetçi söyleme “kültürel kayıp” korkusu hâkim kılındı. Muhalefet dahil hiç kimse bütün etnik izlerden arındırılmış kararlı bir anayasal vatanseverlik savunusunu şiar edinmedi. Mesafenin diyalektiği, aydınlanmanın diyalektiğine galebe çaldı.

Kapitalizmin ekonomik paradigması, egoist, hedonist, “benden sonra Nuh tufanı”cı bir vatandaş profili yarattı. Yoksul vatandaş kapitalizmin hedonist metalarına sahip olmayı diğer her sorundan daha öncelikli görüyor. Diğer insanlardan uzak durmak, dayanışma yoksunluğu ve “empati mesafesi”, paternalist kapitalizmin bir dayatması olarak değil de Elias Canetti’nin “Kütle ve Güç” de yazdığı gibi, derin bir insani ihtiyaç olarak algılatıldı.

Cahil toplumlarda kabadayılık ile “delikanlılık”, öfke ile cesaret arasındaki sınır saç telinden daha ince, atar yapmaktan tırsmaya geçiş ise o denli akıcıdır. Konformizm, “Dimyat’a giderken evdeki bulgurdan olmayalım”cı ve “Gelen gideni aratır”cılara korkaklıkları için sağlam alibiler sundu. Velhasıl, Leviathan insanların kafasına vura vura bir “korkaklar toplumu” oluşturdu. Ama en önemlisi, insanların artık korkularıyla yüzleşmek gibi bir cesarete ihtiyaçları olmadığının onlara kanıksatılmasıydı. Sonuçta, değişiklik sorumluluk getiren yorucu bir şeydi. Öyleyse daha fazla cesarete ihtiyaçları yoktu insanların.

İnsanlar, acının savunulamaz sınırlarında boyun eğmeyi, rızayı ve kanıksamayı öğrendi. Oysa “bilinçli olarak ölümden daha hızlı ölümün önüne koşmak” Sokrates veya Heidegger’in dediği gibi, başarılı bir varoluşun anahtarıydı. “Sosyal afet raporları” korku yarattıkları ölçüde, sınıflar toplumunun zenginleşmeden ve sosyal statülerden dışladığı “kıskanç sınıfsızların” gazını alıp, onların “kötülük arzusunu” bastırdı. Kıskanç sınıfsızlar içlerinde birikmiş habis enerjiyi sınıfsal öfkeye değil de metafizik ve duygusal olana kanalize etti.

Dikey hiyerarşilerin iktidar düzenekleri sistemin ekonomik paradigmasının yoksullarda açtığı yaraları milliyetçilik ve dincilik üzerinden başarıyla gizlemeyi başardı. Sınıf ve mâduniyet, yoksulluk ve milliyetçilik arasındaki sınırlar hiç bu kadar bulanıklaşmamıştı. Kültürel evrim, işte sırf bu yüzden biyolojik olanı kadar önemlidir.

“Cesur” ve “korkak” insanlarla çok farklı sosyal çevrelerde tanışabilirsiniz.

Finli komşum Covid-19 ile birlikte tuhaf davranış kalıpları geliştirdi. İşten döndüğünde dairesinin kapısının önünde çırılçıplak soyunup eşyalarını merdiven boşluğundaki bir elbise askısına asıyor. Ancak o zaman dairesine girip, “bal döküp yalanası” yerlere dokunmadan kapı kirişindeki temiz çoraplarını giyiyor ve ardından doğrudan duşa gidiyor.

Corona-19’un neden olduğu hijyen nevrozu sistemin hastalıklarından arınmayı doğurmuyor, merdiven boşluğuna bırakılan elbiseler sistemin dayattığı davranış kalıplarından soyunmak anlamına gelmiyor.

Kapanma, Holokost’tan kurtulmuş yaşlı Alman Yahudisi komşumun travmatik anılarını geri çağırdı. Çocukluktan gelen deneyimleri kapanma nedeniyle görünüşe göre yeniden canlandı. Kadın torununa sürekli, “Naziler geri mi döndü. Bu gettoda daha ne kadar saklanacağız? diye sorup duruyor. Yaşlı kadın muhtemelen yakın geçmiş hafıza kaybı yaşıyor.

1974 Kıbrıs çıkarmasında, annemin babama aynı türden soruları sorduğunu duymuştum. Soruların sadece mekân, zaman, etnik köken, din ve barbarların uyruğuyla ilgili kısmı farklıydı.

Bu örneklerle, kırılgan bedenler, son sözler ve sınırlı bir varoluşun sorumlulukları hakkında bir okuma yapmak amacım yoktur. Ölüm korkusuna sürekli maruz kalanın geliştirdiği davranış kalıplarının otokrat lidere ve kurtarıcıya olan ihtiyacı arttırdığı kanısındayım. Nevrozlar ve kaygılar toplumunda korku iktidar regülasyonu sağlayıp, anakronik barbardan kaçarken neo barbarı görememek körlüğüne yol açıyor.

Son gelişmeler ışığında Türkiye toplumunda bir siyasi iklim değişikliğinden söz etmek mümkün hale geldi. Bütçe görüşmelerine bakıyorum, burjuva siyasetçileri, Leviathan’ın çizdiği dar alanda sahnelenen popüler bir komedi şovunun ana karakterleri haline geldi. Mezhep benzeri inatçılık, ideolojik körlük, lider kültü siyasi bir hâle etkisi elde etti ve siyasi yelpazenin sağcı renklerinde daha çok yankılanmaya başladı.

Seçilmemiş, atanmış Fuat Oktay, enerjisi yüksek Kılıçdaroğlu’na laf yetiştirmeye çalışıyor. Atanmışlık psikolojisiyle, eşitsizlik ve hukuksuzluk sorunsalını doğuran paradigmanın karşısına doğu toplumlarına özgü bir fenomen olan lider kültünden bir dünya tasarımını koydu. “Yozgat ovası bozkurt yuvası”ndan gelme Oktay, kapitalist-post kapitalist sosyo-ekonomik sistemin yoksulluk üzerindeki izdüşümlerini bir atanmış psikolojisiyle görmezden geldi.

Birçok demokratik ilişkinin bir şekilde sarsılmaya başladığı siyasi söylemde, uzun bir aradan sonra sağduyulu bir “siyasi hüküm” çağrısı kendini yeniden duyurdu. İslamcı niyet ve maksatlılık, nihai siyasi hükmün oluşmasında önemli değişkenler olarak denkleme dahil oldu. Toplumda siyasi hüküm ilkesi, Kant’ın Aydınlanma maximinde “kendi adına düşünmek” yerine “herkesin bakış açısından düşünmeğe” dönüştü.

Hükümetin temel siyasi önermesi, kamusal söylemde kavgalı alanları açık bir şekilde kışkırtan, insanı susturan ve uzlaşmaz olarak abartan bir tartışma kültürünü teşvik ediyor. Muhalif görüşlere tahammülü olmayan, sözüm ona bir “açık toplum” oluşturuldu. Bu politik perspektif, bir yandan bir iktidar boşluğunu kapatırken yeni bir iktidar alanı da açıyor.

Oysa demokratik siyasetin maximlerine uyularak verilen hakiki “saf siyasi hükmün”, kişiye, barbarlığın gökten zembille inen değil de birçok olumsuz değişkenin etkileşiminden doğan bir şey olduğunu varsayma hakkını teslim etmesi gerekiyor.

Otoriter devletin meşruiyetinin kökü, neo faşizme dair “saf estetik yargıların” a priori oluşumunda şekilleniyor. Bir “yargı makamı” olarak derin devlet aklı, devasa gerici bir metafizik içinde, ülkenin “siyasi mimarisine” dogmatik itirazın bir sureti olarak şekilleniyor.

Kısacası yukarıda saydığım tüm parametreler ile sosyal hastalıkların kendi arasındaki etkileşimi uzun zamandan beri toplumun faşizme karşı olan bağışıklığını önemli ölçüde zayıflattı. Kapitalizme dair fenomenlerin ölümcül etkileşimi, toplumsalı, adaletsizliği döngüsel olarak sürdüren bir güce dönüştü.

Faşizm ile ilgili bir sosyal okuma, toplumsal pandemiden çok, kapitalist sosyal hastalıkların kendi arasındaki etkileşiminden hız alan bir sosyal felaketler syndemisine odaklanmayı gerekli kılıyor. Giderek soğuyan dünyanın kalbine yerleştirilen “syndamik tehlike” ile nasıl başedilebilir sorusuna verilecek tüm muhtemel yanıtlar, sistemin dikey hiyerarşisini yapı sökümüne uğratmayı zorunlu kılıyor.

Bir Cevap Yazın

SON YAZILAR