Perşembe, Nisan 25, 2024
spot_img

İki Şair, İki “Düşman’” Olarak Karşılıklı İki Siperde

Kıbrıs’ta karşılıklı mevzilerde savaşan iki “düşman” şair, bir savaşın hikâyesi: Fikret Demirağ, George Moleskis…

(KENDİMİ SORGULAMA (KUTSAL METİNDEN ESİNLEMELER)

Bir gün karanlığa dönerken yüzün/ önde durup Hayat Terazisi’nin,/ bir kefesinde gerçek, bir kefesinde yüreğin,/ dürüstçe diyebilir misin ki: ‘Hiç kimseye kötülük etmedim, yakınlarımı bahtsız kılmadım, kötülüğe yakınlık göstermedim (…) Benim yüzümden kimse korku duymadı, yoksulluk ve acı çekmedi, bahtsız olmadı (…) kimseyi ağlatmadım, kimseyi öldürmedim ve kimsenin kahpece öldürülmesini buyurmadım, kimseye yalan söylemedim (…) yiyecekleri yağmalamadım (…) çocukların ağzından sütü uzaklaştırmadım, (…) pahalı ve eksik satmadım, terazinin üstüne elimi bastırmadım, tartarken ve ölçerken hile yapmadım (…) Ben temizim, temizim, temizim.’ Bir gün karanlığa dönünce yüzün/  önünde durup Yargı Terazisi’nin/ (bir sanrı olan o terazinin)/ dürüstçe bunları söyleyebilir misin?/ Susma, bir yanıt ver!” (Fikret Demirağ/Kıbrıs)

İsveç’in Batlık Denizi kıyısındaki Gotland adasında Visby kenti. 1999 yazı. UNESCO ile İsveç Yazarlar Birliği’nin birlikte ev sahipliği yaptığı 15 Kıbrıslırum, 15 Kıbrıslıtürk şair, ressam, sinemacı, yazar ve tiyatrocunun“iki toplumlu sanatçı etkinliği”nde olağan bir gün. Şairler üniversitede Türkçe’den Rumca’ya, Rumca’dan Türkçe’ye çeviri yapmaktadır. Şair Fikret Demirağ, Neşe Yaşın, Yorgos Moleskis ve Niki Marangou birlikte çalışırken Chiristina ile Eftihios ise çevirilere yardımcı olmaktadır. Başka bir masada şair Elli Peonidou, Gür Genç ve başka çevirmenler. Komşu adaların birinde yaşayan ünlü film yönetmeni Ingmar Bergman’ın kameramanını gönderdiği bir ortam. İsveç televizyonundan bir ekip, Kıbrıslıtürk yönetmen Derviş Zaim ile Kıbrıslırum yönetmen Panikos Chrishantou’nun yardımıyla, “1974 Savaşı’nda neredeydin? O günlerle ilgili neler hissediyorsun?” sorusuyla röportaj başlatır. 11 yıl önce kaybettiğimiz şair Fikret Demirağ,“Benim hikâyem çok kısa. 1974’te Lokmacı Barikatı’ndan iki mevzi yukarıda Yeşil Hat’taki 22. Bölükteydim” der demez, şair Yorgos Moleskis heyecanla “Ben desenin karşındaki mevzideydim!” deyince herkes hayret ve merak burcuna girer…

1. Fotograf Soldaki Yorgos Moleskis sagdaki Fikret Demirag
“Yurdunun kokularını gümrükte bırakma”

Sonrasını Fikret Demirağ’dan dinleyelim:

“Moleskis ile ‘düşman’olarak karşılıklı mevzilendiğimiz ortaya çıkınca, ‘Şimdi neler hissediyorsun?’ sorusuna onunla göz göze gelerek şunları söyledim: ‘İyi ki ölmedin, Yorgo, iyi ki ben de ölmedim de şimdi burada Kıbrıs’ın barışı için birbirimizden şiirler çeviriyoruz!’ Yorgo’nun gözlerinden iki damla yaş süzüldü ve ‘İyi ki ölmedin, Fikret. Ben kimseyi vurmak istemiyordum. Şimdi buradayız!’ dedi. Bu tam anlamıyla trajik bir rastlantıydı. O gün, Moleskis’in çevirdiği şiirimin bazı dizeleri şunlardı: ‘Yüreğimde Haç ve Hilal yarası değil/ Aşk ve Şiir yarası taşıyarak yaşamak/.. bundan sonraki hayatımı!! Ve akacaksa/ Aşk’ın ve Şiir’in sunağından akmasını/ istiyorum, lir sesleri akan kanımın!/ Kedilerim, köpeklerim ve sardunyalarımla/ Yaz geceleri Dilek Yıldızı’ma bakarak/ ‘insan gibi ihtiyarlamak’ istiyorum/… Bakarak gökteki Barış ve Aşk yıldızına.’ Ben de Christina’nın ve Eftihios’un yardımıyla Moleskis’in “Basın Toplantısında Kör Bir Konuşmacı” şiirini çevirdim. Moleskis’e nasıl kurşun atarım.”

Öykü burada bitmez. Dönüşte, kızı Uzay, babasına, “Savaşta neredeydin?” dediğinde yanıtı “Moleskis’in karşısındaki mevzideydim!” olur. Trajediyi anlayan kızı, babasına yakın bakıp uzakları görür..

Şair George Moleskis anlatıyor

Basın Toplantısında Kör Bir Konuşmacı

Sahneye çıktı konuşmacı,/ açtı yazısını/ ve parmaklarıyla tek tek dokunup sözcüklere/ konuşmaya başladı./ Rumca konuşan bir Türk;/Türkçe-Rumca sözleri/ milliyeti belirsiz kuşlar gibi uçuverdi sınırlar üzerinden./ O konuştukça/ ve parmaklarının konduğu sözcükleri/ azat ettikçe// kuşlar, hayvanlar, insanlar yoğuran/ bir çömlekçiye benziyordu. Yuvarlak bir dünya biçimlendiren,/ birleşik bir ülke…/ Ölümün ara bölgeleri olmayan/ bir barış güvercini!/ Parmaklarıyla tek tek biçimlendirip/ hayat üfledi onlara/ ve uçurdu salona,/açık pencereler, kapılar bulup/uçsunlar diye dünyaya.” (George Moleskis)

Kendisinden önce şiirleriyle tanıştığım şair George Moleskis şiirinin gölgesine saklanan, şiirine mahcup olmayan daha çok içine konuşan biri. Uzun yıllar önce, Kıbrıslı iki toplumla sanatçıların İstanbul’da gerçekleştirdikleri etkinlikte şiirlerini Türkçe seslendirdiğimde sevinmiş, “Adalar Festivali”nde ise yakından tanışmıştık. Rusça, Rumca, İngilizce bilen, “Bir daha ki sefere Türkçe konuşacağım” diye kendine söz veren Moleskis’in kısa öyküsünü Pera Palas’ın tarihi atmosferinde dinlemiştim.

Moleskis, 1946’da Mağosa yakınındaki Rum köyü Lisi’de çiftçi çocuğu olarak doğar. İlkokuldan sonra çalışmaya başlayan Moleskis uzun yıllar metal, demir bağlama ve boyacılık yapar. Gece okuluna giderek yirmi beş yaşındayken koleje girmeyi başarır. 1973’de Kiev’e giderek Rus dilini öğrenir. Sonrasını Moleskis’ten dinleyelim:

“İngiliz Koleji’nde Kıbrıslıtürklerle çok iyi arkadaştık. Bir gün, Makarios karşıtlarının gösterilerinden çekinen arkadaşım Hüseyin ile Dali’ye giderek ailesiyle tanışmıştım. 15 Temmuz 1974’teki Samson darbesinden birkaç gün önce Sovyetler Birliği’nden dönmüştüm. Faşist darbeyi Lefkoşa’da bir arkadaşımın evinde duyunca kendimi çok kötü hissetmiş, direniş beklentisiyle sokağa çıkmıştım. Bir karakolun önünde polislere küfredip darbecilerin eline düştüğümde tesadüfen orada bulunan, Cunta’dan kaçan Yunanlı muhaliflerle dayanıştığımız sanatçıların uğrak yeri bara gelip-giden cunta yanlısı iki ‘muhbir’ tarafından kurtarıldım! İlk günden itibaren Lisi’deki evimizden beni soran darbeciler dört gün sonra gizlice eve girdiğimde hâlâ kapının önündeydi. O günlerdeki duygum, eğitimimin yarım kalacağı korkusuydu. Türk ordusunun 20 Temmuz çıkarmasıyla ‘çağrıyla’ orduya katıldım. Lefkoşa’da Ermu Caddesi’ne yakın Lokmacı Barikatı’ndaki mevzide kurşun isabet eden vitrinleri seyrediyordum. İlk kez öldürülen askerleri görmek, yeni baba olan Rum askerin başından vurularak ölümüne tanık olmak savaşın trajedisiydi. Aynı ülkenin insanları savaşırken aralarında sadece bir yol vardı ve her şey çok dramatikti. Fikret’le karşılıklı mevzilerde oluşumuz ikinci çıkarma günlerinde olmalı. Düşünebiliyor musun; iki şair, birbirinden habersiz iki karşı mevzide ‘savaşıyor!’ ve biz bu trajik durumu yıllar sonra başka bir adada öğreniyoruz. Savaşta insan olmanın iyi örnekleri de yaşandı. Türk mevzilerindeki bir evin delik su deposunu onarmak için ölümü göze alarak çatıya çıkan Türk askerini vurmak yerine ‘Nasılsın?’ dediğimde, elindeki tıkacı göstererek ‘Deliği kapatacağım’ demiş, ‘Çabuk ol, Rumlar seni öldürebilir’ diyerek ‘düşmanı!’ uyarmıştım. Lisililer ikinci çıkarmadan sonra kaçarken birkaç gün sonra dönecekleri duygusunu taşıyorlardı. Ama kimse evine dönemedi…”

Türk, Rum, Maronit hiç kimsenin, o eski günlere, eski kendine ve eski cümlelerine de dönemediğini söylüyorum ona…

Ekim başlarında askerlikten terhis olan Moleskis Larnaka-Mağosa arasındaki Silapu köyünde anne-babasını, üç kız kardeşini eşleri ve çocuklarıyla bulur. Rastladığı insanlar ona çocuklarının akıbetlerini sorduklarında kendini çaresiz hisseder. Ülkesinin trajedisinin sürdüğü bir sonbahar günü Sovyet vapuruyla adadan ayrılır. Lomonos Üniversitesi’nde beş yıl Rus filolojisi okur, doktorasını karşılaştırmalı filoloji üzerine yapar. O yıllarda Ataol Behramoğlu ile tanışır. Moskova’da Ermenistanlı filolog Nona ile evlenir. Maria, Eleni, Kiryakos isimli üç çocukları olur. Kıbrıs’a dönünce Larnaka Belediyesi’nin kültür dairesi sorumlusu olur ve sonrasında da Eğitim ve Kültür Bakanlığı’nda kültür bölümünde çalışan Moleskis devam ediyor:

“Darbe ve savaş günlerinde şiirler yazar, olayların dışında somut olarak insanların acılarıyla ilgili küçük notlar alırdım. Moskova’da bu notlar üzerinden şiirler yazarak 1980’de ‘Ne Kadar Büyüktü Ay’ isimli, acıyı, terk etmeyi, kaybolan arkadaşlarımı, göçmenlik hallerini içeren şiir kitabımı yayımladım. Referandumda bizi kuşatan koşullara rağmen, gazetelerde görüşlerimi yazıp ‘evet’ diyerek çözümden yana oy kullandım. Çözüm; geleceği birlikte yaratmanın tarihi fırsatıydı. Maalesef çoğunluk hazır olmadığından Rumlar ‘hayır’ dediler. Bu sonucun sorumlusu sadece Papadopulos değil. Rum politikacılar pozisyonlarını açıklamayarak duruma teslim oldular. Rumlar korkularını yenip, birlikte yaşayabileceklerini anlayamadılar.”

1mayis1947 1
“Yaşasın Kırmızı 1 Mayıs”

Birbirine kurşun yerine şiir atan bu iki şairin öyküsünden el alarak,“haklı ve haksız” savaş muhabbeti bir yana, tarihe göz ve söz atalım: Don Kişot’un yaratıcısı Cervantes’in sol eli, İnebahtı’nda Osmanlılarla savaşırken sakatlanmış, Lord Byron, 1824’te Osmanlılara karşı ulusal kurtuluş mücadelesi başlatan Yunanlıların safında savaşırken ölmüştü. Ulusal kurtuluş için ölen ilk şair olarak anılan, yazdığı marşlarla gençliği sürükleyerek Ruslara karşı 15 Mart 1848 ayaklanmasını başlatan Macar ulusal kahramanı Sander Petöfi, Kazak askerlerince öldürüldüğünde 26 yaşındaydı. Küba’da Jose Marti, tüm Latin halklarını etkileyen ulusal kurtuluş mücadelesinde 1895’te Dos Riods savaşında öldürülmüştü. Lirik Bulgar şairi Hristo Botev, Osmanlılara karşı 1876 ayaklanmasında öldüğünde 28 yaşındaydı. Birinci Dünya Savaşı’nda, “savaşın ve şiddetin her türüne karşı” olmanın dile getirildiği Almanya’da Hermann Hesse’in, Fransa’da Romain Rolland’ın, Rusya’da fütürizmin öncülerinden Velimir Helibnikov’un halkların evrensel kardeşliğini savundukları etik forum oluşmuştu. Hesse, savaş boyunca pasifist bir grup kurduğu İsviçre’deyken valizinde her türlü şiddeti yadsıyan Budizm kitapları vardı. (1960’lı yıllarda Çiçek Çocukları’nın çantalarında ise savaş karşıtı Hermann Hesse kitapları vardı.) Birinci savaşta bir hastanede çalışan Berthold Brecht ölümden kıl payı kurtulmuştu. Sürrealist sözcüğünün isim babası Andre Breton’un “son şair” dediği Guillaume Apolinaire, birinci dünya savaşında ağır yaralanmıştı. Bulgar şairi Geo Milev, savaşta gözünü kaybetmiş, ülkesine dönüşte 1925’te faşistlerce katledilince cesedi yıllar sonra toplu mezarda takma gözü sayesinde tanınmıştı. Ganalı Mana Aggrey, 1925’te sömürgecilere karşı savaşırken öldürülen ilk Afrikalı şairdi. Deha sayılan Christopher Caudwel aydınların en büyük pratiği olan“Uluslararası Tugaylar”a katılıp İspanya İç Savaşı’nda ölmüştü. Rafael Alberti, cephede şiirleri ve oyunlarıyla Cumhuriyetçileri yüreklendiren biri şairdi. 1936’da Cumhuriyetçiler safında savaşırken öldürülen İngiliz şairi John Cornford 19 yaşındaydı. Fransız şairleri Paul Eluard, Lois Aragon iki savaşta da “direnişlerde” aktif rol oynamıştı…

Şair Yusuf Uğur Uğurel, “Devlet beni bir kişi sanıyor” demişti. Size şaka veya tuhaf gelecek ama ben de devletlerin kaç kişi olduğunu merak ediyorum…

Bir Cevap Yazın

1,407BeğenenlerBeğen
6,510TakipçilerTakip Et