18.01.2021 tarihinde “Her Şey İktidar İçin” başlıklı değerlendirmemizde; “…Saray/AKP/MHP bloğu ekonomik ve siyasi krizlere çözüm üretememenin, yarattığı toplumsal hoşnutsuzluğu gizlemek ve gündemi değiştirmek için dini ve milliyetçiliği kullanmaya devam ediyor; devam edecek.” demiştik.
Geçtiğimiz hafta ‘Kıbrıs Fatihi’ olma hevesiyle yapılan çıkarmadan Külliye müjdesi ve Maraş’ın bir kısmının yerleşime açılma niyetinin açıklanması çıktı. (1974 ‘Barış Harekâtı’na da gönderme yaparak) Bülent Ecevit’i temsilen DSP Genel Başkanı’nın, Necmettin Erbakanı temsilen Oğuzhan Asiltürk’ün de dâhil edildiği çıkarmaya Devlet Bahçeli, Meclis Başkanı Mustafa Şentop ve çok sayıda yetkili katıldı. Müjdenin ne olduğunu bugün bilemiyor olsak da ileride ne olduğunu kimin, kimlerin telkiniyle vazgeçildiğini öğreneceğiz.
Fakat KKTC Başbakan Yardımcısı Erhan Arıklı “Anayasamızı bir türlü değiştiremiyoruz. Bunu yapmanın en kolay yolu devletimizin adını Kıbrıs Türk Devleti olarak değiştirmek.” diyerek ipucu vermiş oldu. Ancak görünen o ki Erdoğan’a telkinde veya uyarıda bulunanlar buna veya asıl müjdeye izin vermeyeceklerini veya doğru olmayacağını söylemiş olmalılar. İktidarın önemli yandaşlarından Abdurrahman Dilipak da şaşkınlık yaşayıp bunu açıkça soranlar arasındaydı. “Neyi açıklayamadı da bunu söyledi?”
Kıbrıs’ta açıklanan müjdenin bir parçası olan Maraş’ın bir kısmının açılması kararı anında ABD, AB, İngiltere, Yunanistan ve Rusya’da karşılık buldu. Ortak yanları bu kararın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne taşıyacakları yönünde. Tayyip Erdoğan’ın yaptığı konuşmada “AB sözünde durmadı”, “Rumlar sözlerinde durmadı, dürüst değiller” gibi sözlerle Kıbrıs’taki iktidar yanlılarına ve Türkiye içine mesajlarını vermiş olsa da özellikle Maraş nedeniyle ortaya çıkan sert tepki karşısında nasıl bir hamle yapacağını göreceğiz.
Kıbrıs konusundaki açıklamaları arasında Türk Askeri’nin Afganistan’da görev yapacak olması nedeniyle “ABD’den çeşitli isteklerimiz olacak” diyerek Kıbrıs konusunda da destek istediğini ima etmeye çalışsa da ABD, Saray/AKP/MHP iktidarının elinde güçlü ve ikna edici bir koz olmadığını biliyor. Dolayısıyla Afganistan’a asker gönderilmesi karşılığında istenecekler ve verilecekler sınırlı; bunlar da öncelikle finansman ve Türkiye’ye yabancı sermayenin gelmesi için kolaylık sağlanmasının dışına çıkılmayacağını gösteriyor. Zaten ABD’li sözcüler Kıbrıs konusuna değinirken S 400 yaptırımlarını da anımsattılar.
MÜLTECİ ve KÜRT DÜŞMANLIĞI
Mülteci Düşmanlığı
NATO’nun çekilme kararıyla birlikte Taliban Afganistan’daki egemenlik sahasını genişletmeye, buna paralel olarak da binlerce Afgan Taliban’dan kaçmaya başladı. Geçtiğimiz hafta Türkiye’ye giriş yapan bir grubun görüntülenmesiyle birlikte özellikle muhalif çevrelerde yoğun bir mülteci karşıtlığı görünür hale geldi. Oysa yıllar itibariyle Türkiye’ye giriş yapan Afgan vd. göçmenlere bakıldığında şu an bir algı çalışması yapıldığı çok açıktır.
Göç İdaresi kayıtlarına göre Türkiye’ye Afgan göçmen girişleri; 2015’te 35.921, 2016’da 31.360, 2017’de 45.259, 2018’de 100.481, 2019’da 201.437, 2020’de 50.161, 2021’de (ilk 7 ay) 25.643 kişidir. 2021 yılında toplam göçmen sayısı 62.687 kişi olmasına rağmen özellikle Afgan göçmenlerin öne çıkarılması da ilginçtir.
Göçü ortaya çıkaran koşulları, emperyalizmin ve emperyalizmle birlikte Türkiye’nin payını tartışmak, Taliban gibi bir örgüt karşısında can ve mal güvenliklerini yitiren insanların yaşam hakkını savunmak yerine yaratılan mülteci düşmanlığı ırkçılık boyutlarına varmaktadır. Sınır geçişlerinin denetim altına alınması, gelenlerin kamplarda toplanması, güvenlik taraması yapılması gibi önlemler yerine “gelmesinler” veya “geri gönderilsinler” demek göçmenleri/ mültecileri ölüme göndermek anlamını taşımaktadır.
Göreceğiz ki Saray/AKP/MHP iktidarı Kabil Havaalanı’nın korunması karşılığında ABD ve NATO’dan isteklerde bulunuyorsa, Afganistan’dan gelen göçmen/ mülteciler için de AB’den ek fonlar isteyecektir. Almanya Başbakanı şimdiden bunu görmüş olmalı ki Türkiye, İran ve Pakistan’ın Afgan göçmenler/ mülteciler konusunda destelenmesi gerektiğini belirtmiş, AB kurumları bunu gündemlerine almışlardır.
Burada batılı ülkelerin mülteciler konusunda duyarsız olduğunu belirtmek gerekiyor. Tüm demokrasi, insan hakları gibi söylemlerine rağmen söz konusu olan mülteciler/ göçmenler Suriyeli, Afgan, Libyalı vb. olunca Türkiye gibi ekonomisi bozuk, dışa bağımlı ülkelere “parasını verelim siz besleyin” demektedirler. Bu batılı ülkelerin aynı zamanda emperyalist politikalarla Ortadoğu ve Afrika’da sorunu yaratan ve insanların yurtlarından olmalarına yol açan politikaların sahipleri olduğunu da belirtmek gerekiyor.
Kürt Düşmanlığı
Geçtiğimiz hafta Konya’nın Meram ilçesi Çarıklıköy Mahallesi’nde kalabalık bir ırkçı gurup yıllardır burada yaşamakta olan bir Kürt aileye saldırdı. Saldırıda Hâkim Dal adlı bir yurttaş öldürülürken aile bireylerinden de yaralananlar oldu. Daha önce de ailenin tehdit edildiği, hayvanlarının zehirlendiği ve mahalleyi terk etmeleri yönünde baskıya uğradığı açıklandı. Şu ana kadar 20 kişinin gözaltına alındığı belirtildi.
Afyon’da mevsimlik tarım işçilerine yönelik saldırıda ise 7 kişi yaralandı. Berberde tıraş olmak için sıra beklerken sonradan gelenlerin neden sıraya girmediklerini sormaları üzerine “siz teröristsiniz, Kürtçe konuşuyorsunuz” denilerek saldırıya uğrayan işçilerden biri de kaçırılıp uygulanan şiddet kameraya çekiliyor. Sonrasında kaymakamlık işçilerin memleketlerine geri gönderilme kararı alıyor. Olağan şartlarda işleyen bir hukuk düzeninde saldırıyı yapanların gözaltına alınıp soruşturulmaları, Kürt işçilerin korunması gerekirken bunun yerine işçiler memleketlerine gönderiliyor.
Bu ülke yurttaşlarının seyahat, çalışma, güvenlik vb. temel haklarının yok sayıldığı binlerce örneği daha önceki yıllarda da gördük. İktidarların iç siyasette sıkıştıkları ve politika üretemez noktaya geldiklerinde bir düşman yarattığını, bunların en başında da Kürtlerin geldiğini biliyoruz.
Daha yakın zamanda HDP İzmir İl Başkanlığı’nda Deniz Poyraz’ın öldürüldüğü ve katilin kimliği bu gerçeğin yansımasıydı. MHP’nin HDP’nin kapatılma davası, HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun serbest bırakılması sonrası kurduğu dil, Anayasa Mahkemesi üyelerini bile tehdit etmesi gibi çok sayıda olay sokakta ırkçılık ve şiddet olarak karşılık buluyor. Saray/AKP/MHP iktidarı güç kaybettikçe ve bu kaybetmeyi durduramayacağını gördükçe her alanda saldırılarını yoğunlaştıracak, yarattıkları iklim nedeniyle sokakta insanların yöneleceği şiddet ve nefret haline göz yumacaktır.
Suruç Katliamı’nın 6. yılında İstanbul, Ankara ve İstanbul’da anmaya katılanlara ve medya çalışanlarına yönelik polis şiddeti ve çok sayıda insanın gözaltına alınması gelecek günlerde de muhaliflere yönelik saldırıların her alanda, her yerde yoğunlaştırılacağını gösteriyor. “Suruç için adalet” talebiyle yakınlarını yitirmiş ailelere, bu talebe destek verenlere ve haberini yapmaya çalışan gazetecilere yönelik saldırı Saray/ AKP/MHP iktidarının bir tercihidir. Oysa ülkemiz yargısı tarafından (devlet olarak) terör örgütü sayılan IŞİD’in gerçekleştirdiği bir katliamı yalnız ailelerin, duyarlı yurttaşların değil devletin de lanetlemesi, gündemde tutması gerekir.
MEDYAYA SALDIRI, İNFAZ ve SANSÜR
BirGün Gazetesi yazarı Erk Acarer’e yönelik saldırı sonrası Avrupa’da yaşayan çoğu gazeteci 120 dolayında Türk vatandaşının infaz listesinde olduğu açıklandı. Erk Acarer uğradığı saldırı sonrası geçtiğimiz hafta evinin bahçesine bırakılan haşlanmış yumurtaya sarılı “Sen bekle” yazan bir notla bir kez daha tehdit edildi. Sonrasında Artı Gerçek’ten Celal Başlangıç “Evime gelen Alman polisleri… Erdoğan karşıtlarından oluşan 55 kişilik listede adımın olduğunu söylediler” diyerek uyarıldığını belirtti.
Göründüğü kadarıyla birbirinden farklı gruplar kendi hassasiyetlerine ve iç politik kavgalarında üstünlük sağlamak için cinayet/ katliam yarışına girmiş durumdalar. Çünkü sözü edilen infaz listelerine hazırlayan gruplar arasında Ahmet Nesin’in anlatımıyla Almanya Osmanlıları, Jitem Kurt, Ergenekon ve ilişkisi bilinmeyen bir grup daha var.
26.04.2021 tarihli yazımızda, ‘Gri Pasaport, Aleni Soygun, Striknin’ başlıklı yazımızda; “AKP’nin Siyasi Erdem ve Etik Kurulu Başkanı, Prof. Dr. Kemalettin Aydın; gazeteci Erk Acarer’i hedef alan, Süleyman Soylu’ya “paçana dalanların ödülü onlara cevap değil striknin (C21 H22 N2 O2) olmalı” diyerek muhaliflerin itlafını önerdi.” yazmıştık. Dolayısıyla iktidar bakanıyla, kamu kurumu yöneticileriyle kendi yandaş ve militanlarına hem hedef gösteriyorlar hem yöntem öneriyorlar: İtlaf! yani yok etmek!
İnfaz listeleriyle eş zamanlı olarak OdaTv ABD’li bir vakıf olan Chrest Foundation’dan fon alan kurumların listesini açıkladı. İçlerinde Medyascope, Hrant Dink Vakfı, Sabancı Üniversitesi, Filmmor Kadın Kooperatifi, Mor Çatı Kadın Derneği, TESEV, Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Derneği gibi kurumların yer aldığı listede özellikle en popüler olan Medyascope haber sitesinin aldığı fon tartışma yarattı.
Tartışma basının bağımsızlığından emperyalizme kadar uzadı ve uzatılmaya devam edecek gibi görünüyor. Medyascope künyesinde fon aldığını belirtmesine ve bu bilinmesine rağmen OdaTv’nin bu haberinin hemen ardından Saray/AKP/MHP iktidarının düzenleme açıklaması geldi. Fahrettin Altun “Yabancı devletlerin veya kuruluşların ülkemizde faaliyet gösteren kuruluşlarına yönelik bir düzenleme ihtiyacı olduğu açık” açıklamasını yaparken Tayyip Erdoğan da “Bizdeki muhalefet partisi bu yalan terörünü siyasetinin tek merkezi yapmış durumda. Daha fazla katlanamayız. Çünkü bu da bir terör” diyerek önümüzdeki günlerde internet haberciliği/ gazeteciliği üzerinde de baskı oluşturulacağının işaretini verdiler.
Fon verenleri veya alanları savunmak bir konum almadan önce ülkemizde birçok STK’nın, devlet kurumunun fon kullandığını görmezden gelmek iktidarın belirlendiği alandan bu tartışmayı sürdürmek daha dikkat çekicidir. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı bile yabancı fonlar kullanırken, iktidar mart ayında açıkladığı İnsan Hakları Eylem Planı’nın finansmanı için AB fonlarını kullanacağını açıklamışken bunları sorgulamadan iktidarın hedefe koyduğu medya kurumlarına, STK’lara saldırmak ahlaki değildir. Türkiye merkez medyasının devlet olanakları ve iktidar gücüyle el değiştirdiği, muhalif tv. ve gazetelere ilan ve reklam verilmediği, bir kısmının KHK’ler ile kapatıldığı dikkate alınmadan basının bağımsızlığı tartışması olsa olsa iktidarın “milli muhalefet” yaratma planının bir parçası olarak “milli basın” yaratma isteğinin yansımasıdır.
Mülteci (özellikle Suriyeli ve Afgan) düşmanlığı, fon tartışmaları (emperyalizm ve bağımsızlık) en çok muhalif çevreler içinde ve tabanlarında tartışılmaktadır. Denilebilir ki uzun vadede bir ayrışma, hatta farkında olmadan iktidara yedeklenme durumu da oluşabilir. Bu nedenle özellikle CHP’nin mülteciler konusunda kullandığı dili gözden geçirmesi, diğer muhalif örgütlerin, bireylerin de genel geçer sözler ve eylemler yerine güne ve durumun içeriğine denk düşen sözler ve eylemler üretmesi zorunludur.
Sansür ve infaz noktasında İstanbul’da öldürülen Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı anmamızı, anımsamamızı gerektiren bir olay da İsrailli NSO Group tarafından üretilen Pegasus adlı yazılımın ortaya çıkarılmasıdır. Söz konusu yazılım bütün telefonları ele geçiren ve telefonu kullanan kişinin tüm bilgilerine erişimi sağlayan, açık kapalı olması fark etmeksizin dinleme, izleme yapabilen bir özelliğe sahip. Çeşitli ülkelerden çok sayıda gazetecinin ve Uluslararası Af Örgütü’nün ortak çalışmasıyla ortaya çıkarılan yazılımın Cemal Kaşıkçı ve temas halindeki iki kişinin izlenmesinde kullanıldığı ortaya çıktı.
Aynı yazılımla AKP’den Yasin Aktay’ın, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın da dinlendiği belirtildi. Fransa başbakanının telefonunu değiştirmesine kadar varan ve tüm dünyada en az 50 bin kişinin dinlendiği kesinleşen bu olay karşısında AKP’nin ve yandaş medyanın sessiz kalışı da not düşülmelidir. Kaşıkçı cinayetini soruşturan savcının, iktidar partisinden üst düzey birinin dinlenmesi tam da Saray/ AKP/ MHP iktidarının kolladığı/ aradığı bir malzeme olmasına rağmen sessizlik içerisinde geçiştirilmesi düşündürücüdür. Başka kimler dinlendi, dinlenenlere bir mesaj mı verildi, ellerinde hangi bilgiler var gibi onlarca soru da akla gelmektedir.
Bunun bir yanı da yurttaşlar olarak haberleşme özgürlüğümüzün, gizliliğimizin, kişisel özgürlüğümüzün yalnızca iç kurumlar, örgütler tarafından değil yabancı ülkeler, hatta bu yazılıma sahip olan herkes tarafından yok edilebildiği gerçeğidir. Örneğin Sedat Peker’in iddiaları arasında adı geçen Cihan Ekşioğlu’nun İsrail’den 3 milyon dolara alıp Savunma Başkanlığı’na 50 milyon dolara sattığı yazılımla ilgisi olup olmadığı sorgulamak zorunludur. Çünkü söz konusu yazılımların alındığı firma ile Pegasus yazılımını üreten firma firma aynı firmadır.
TALİBAN İNANCI
Saray/AKP/MHP iktidarının Kıbrıs çıkarması sırasında Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye’nin Taliban inancıyla alakalı ters bir yanı yok. Daha iyi anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum” açıklaması iktidarın yönelimini de göstermiş oldu. Bu açıklama üzerine çok soru sorulacaktır; fakat önce AKP’nin laiklik karşıtı olmadığını söyleyen AKP seçmenlerine, bu konuşmaya tanıklık eden laiklere sormak gerekir, emin misiniz? Biz bu dili Suriye’de IŞİD ortaya çıktığı zaman da duymuştuk; ‘iyi çocuklardı.’ sonuç yüzbinlerce ölüm, kaçırılıp satılan kadınlar, yıkılan Suriye ve yine göç. Aynı şeyi Afganistan’da yaşamak için talibiz; sormayacak mıyız Nato çıktı, ABD çekiliyor, biz neden gidiyoruz?
Sanırız Taliban’ın açıklamasını da dikkate almamız gerekiyor. Taliban’da kardeşlik vurgusu yapmakla birlikte uyarıyor “Türkiye’nin geçmişi bırakıp bugüne ve geleceğe dönmesini istiyoruz. Ondan sonra diyalog isteyebiliriz… ” Net olarak görülmektedir ki Taliban var olan durumun kabulünü istemektedir. Bu yüzden de Afganistan’da kurmak istediği İslam Devleti’ni sekteye uğratacak her ülke veya grupla savaşmaya hazır. Kabil Havaalanı’nı kontrol etmek ekonomik olduğu kadar siyasi bir taleptir, egemenlik göstergesidir. Bu yüzden Tayyip Erdoğan’ın kardeşlik söyleminin geçerliliği olmadığı gibi uluslararası ilişkilerde karşılığı da yoktur. Fakat iktidarın ideolojik tutumunun dışa vurumu olarak not etmek bizlere düşüyor. Biz ne Taliban’la ne de onu kardeş bilenlerle kardeş değiliz.
ÇİFTÇİYE İCRA İHRACATÇIYA KIYAK
Tarım Orman Bakanlığı il müdürlükleri, ziraat odaları, ticaret ve sanayi odaları, Ulusal Fındık Konseyi, borsa, üniversiteler ve ihracatçı birlikleri yaptıkları çalışmalarla 2021 yılı fındık rekoltesini 650.000 ton olarak belirlediler. Bilgiler bakanlığa ulaştıktan sonra ihracatçılar devreye girerek rekoltenin yükseltilmesini istediler. Çünkü rekolte düşerse fiyat artacak ihracatçı tekeller kazanamayacak.
Öyle ki bu tekeller belirlenen 650.000 ton rakamının kamuoyuna açıklanmasını da engellediler. Dünya Gazetesi’ndeki habere göre ihracatçı tekeller fındık taban fiyatını düşürmek için bakanlığa rekolte tahminini 815.336 ton olarak açıklattılar. Çiftçilerin beraberinde ilgili resmi ve özel kurumların, üniversitelerin sahada belirledikleri tahmini rekolteyi masa başında düşüren ihracatçılar ve bakanlık yetkililerinin bu yaptığı soygundur. TÜİK’in 700.000 ton, Uluslararası Sert Kabuklu ve Kuru Meyveler Konseyi INC) 790.000 ton olarak açıkladıkları 2021 yılı rekoltesinin üzerine çıkararak gerçekleştirilen bir soygun üstelik.
İhracat tekellerinin baskısıyla fındık rekoltesinin yüksek gösterilerek alım fiyatının düşük belirlenmesi için bakanlığın devreye sokulduğu ülkemizde Ziraat Bankası, Halbank ve Vakıfbank’ın icra yoluyla el koyduğu gayrimenkullerin sayısı 3.780’e ulaştı. Ürettiği ürünün karşılığını alamayan çiftçilerin traktörleri, tarlaları icra yoluyla ellerinden alınıyor. Küçük çiftçilerin yok olmasıyla sonuçlanacak bu icra işlemlerini de emek mücadelesinin bir parçası olarak örgütlemek bugün olduğu kadar gelecek açısından da zorunludur.
24.05.2021 tarihli ‘Çürüme ve Çöküş Her Alanda’ başlıklı yazımızda; “…22 milyon icra dosyası ve iflas kararları ötelendiği için açık görünen fakat fiilen batmış milyonlarca işyeri düşünüldüğünce önümüzdeki dönemde çok daha büyük bir yıkım, yoksullaşmayla karşı karşıya kalacağız.” yazmıştık. Saray/AKP/MHP iktidarı bankaların icra, iflas işlemlerini yapmasını ne kadar uzatırsa uzatsın bunun da ekonomik bir sınırı var. Dolayısıyla iktidar bankalar veya küçük esnaf/ çiftçi ve tüketiciler arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Ve bu tercihi bankalardan yana yapacaktır. Bu yüzden sömürü çarkının bir parası olan krediler yoluyla malını mülkünü yitirecek olan çiftçilerin, küçük esnafın, tüketicinin örgütlenmesi için bugünden düşünmek, hazırlık yapmak kaçınılmazdır. “Saraya değil halka bütçe”, ”yandaşa değil çiftçiye kaynak” demenin ve bu söylemi büyütmenin, emek mücadelesiyle buluşturmanın, mukavemet hattını bu alanlarda da kurmanın zamanıdır.
Konya’da kuraklık nedeniyle tarlalarını sulamak ve su ihtiyacının karşılanması için eylem yapan çiftçiler hakkında kamu davası açıldı. Eylem sırasında AKP Konya Milletvekili Gülay Samancı’yı istifaya çağıran köylüler “biz topraksız yapamayız. Bu ovanın kaderiyle bir vekil oynayamaz” demişlerdi. Görünen o ki çiftçilerin tarlada yanan mahsulünü kurtarmak, su sorununu çözmek yerine çiftçileri yakmaya karar vermiş ve kamu davası açılmasını sağlamış. Oysa vekil de, soruşturmayı açanlar da biliyorlar ki düşünceyi açıklama ve gösteri hakkının kullanılmasından öte bir şey olmayan çiftçilerin bu öylemi hakkında soruşturma açmak, çiftçileri ifadeye çağırmak gözdağından öte bir şey değildir. Ve çiftçileri korkutmaya yetmeyecektir.