Şili’de Gabriel Boric ve Sokak Mukavemetlerinin Seçim Başarısı: Şili Neoliberalizmin Beşiğiyse, Mezarı da Olacaktır!

Şili'de sol rüzgarın güçlü esintisiyle devrilen sağ iktidarın yıkılışına giden yolu Derya Uzunkala yazdı: "Türkiye gibi siyasetin sokak mı sandık mı gibi iki soru arasında sıkıştığı günlerde Latin Amerika solunu önemli bir alan olarak görmeliyiz"

Şili’de 19 Aralık 2021’de yapılan genel seçimlerde, eski öğrenci lideri, 35 yaşındaki Gabriel Boric, Pinochet’nin ideolojik mirasçısı sağcı aday José José Antonio Kast’a karşı, 55.87% oy oranıyla seçimin galibi ve Şili’nin en genç başkanı olurken, Latin Amerika’da 2019 yılından itibaren yükselen —ikinci “pembe dalga” olarak adlandırılan— sol hükümetlerin dönüşüne de damgasını vurdu. Seçim sonuçlarının açıklandığı gece binlerce insan Santiago sokaklarında Boric’in konuşmasını beklerken, ellerinde otokton/yerli halkların ve LGBTİ+ toplulukların bayraklarını taşıyıp, “El pueblo unido jamás será vencido” (birleşen halklar yenilmezler) diye haykırmakta, şarkılar söyleyip dans etmektedirler. Boric’in seçim zaferi sadece Kast’a ve onun temsil ettiği otoriter ve neoliberal politikalara karşı bir liderin başarısından çok daha fazlasını ifade ediyordu.

2019 yılından itibaren Santiago sokaklarında ilk olarak öğrencilerin ulaşım biletlerine yapılan zamlarla başlayan kitlesel protestolar, ülke genelinde yoksulluk karşıtı bir harekete dönüşürken, genel grev örgütlenmesiyle milyonlarca insanın sokağa çıkmasına neden oldu. Bu sokak mukavemetlerinin öznesi olan öğrenciler, feministler, işçiler, ekolojik mücadele kolektifleri ve yerliler, polis şiddetine karşı direnmiş ve 11 Ocak 2021 tarihinde Apruebo Dignidad (Haysiyet Koalisyonu[1]) isimli sol ittifak etrafında birleşmişlerdi. Haysiyet Koalisyonu’nun adayı Boric, “Şili neoliberalizmin beşiği değil mezarı da olacaktır!”, “Cüzdanında ne kadar parası olursa olsun herkese refah devleti vaat edin!” diskurları etrafında rejime dönük öfkeyi sandığa taşımaya adaydı. Seçimi kazanmasıyla beraber Boric artık Şili tarihinde 1970’de seçilen Salvador Allende’den sonra doğrudan sosyal değişimi savunan ve neoliberal sisteme karşı olan ilk başkan olur.

Ben bu yazıda 1970’lerden beri sağcı anti-demokratik siyasetler aracılığıyla Şili’nin neoliberalizmin laboratuvarı haline gelişini, sol muhalif grupların küçük tarihsel birikimlerinin özellikle 2019 sonrasında oluşan sokak mukavemetleriyle nasıl seçime yönelik bir koalisyon zemini oluşturduğunu göstereceğim. Bu bağlamda Şili gibi tarihsel olarak askeri darbeler ve neoliberal politikalar aracılığıyla yoksulluğa mahkum edilmiş bir ülkede nasıl sınıfsal, cinsel ve etnik ayrımcılık biçimlerinin muhalefet için bir ayrışma değil ancak asgari müşterek bir birleşme zemini oluşturduğunu göstereceğim. Bunu yaparken, militarist, otoriter ve neoliberal politikalarla demokratik süreçleri tarihsel olarak kesintiye uğramış (ve her an erken seçimin olası ihtimaller dahilinde olduğu) Türkiye gibi bir coğrafyada sandık ile sokak arasında kurulacak devrimci reel politikanın Şili tecrübesinden neler öğrenebileceğinden söz edeceğim.

Silinin San Antonio sehrinde 2019 tarihli bir ogrenci protestosu
Şili’nin San Antonio şehrinde 2019 tarihli bir öğrenci protestosu

Süt hırsızı diktatör Pinochet!

Şili’de 1970 yılında demokratik yollarla iktidara gelen Salvador Allende’nin sol hükümeti, 1973 yılında General Pinochet başkanlığında örgütlenen askeri bir darbe sonucu devrilir ve Pinochet ABD’nin desteğiyle ülkesinde 35 bin insanın işkence görmesine, 3 bin insanın ölmesinin sebebi olan cunta hükümetinin (1973-1988) başkanı olur. Kendisi özellikle 1974-1990 yılları arasında “Chicago Boys” olarak adlandırılan Amerika’da eğitim görmüş bazı Şilili ekonomistlerin danışmanlığında acımasız neoliberal politikaları uygulatır. Kanadalı gazeteci Naomi Klein Şok Stratejisi isimli kitabında Pinochet döneminde Şili’de uygulanan ekonomik politikaların halkın üzerinde şok etkisi yarattığını çünkü ülke genelinde kamu işletmelerinin hızla özelleştirildiğini, kamu harcamalarının bir anda kesildiğini, zenginlerin yararına fakirlerin zararına her türlü ekonomik politikanın uygulandığını ve ortalama bir ailenin 74 % gelirinin ekmek parası için harcandığını, devletin okullarda artık süt bile dağıtmadığını belirtir. Kamu politikalarındaki bu ani değişim ve saçma siyaset her ne kadar Şili halkı üzerinde şok etkisi yaratsa da iki kutuplu dünyada düşman bir komünizm korkusuna dayandırılarak meşrulaştırılır. 1980’de Pinochet askeri bir anayasa hazırlatırken, iktidarı boyunca uyguladığı politik baskı ve ekonomik uygulamalarını yine anti-komünizm güvenlik tehlikesini gerekçe göstererek devam ettirir. Onun başkanlığında 1988 yılına kadar devam eden askeri rejim aynı yıl yapılan referandumda (özellikle merkez ve sol partilerin 56% oy oranıyla) sonlanır. 1998 yılında ameliyat için gittiği Londra’da insanlığa karşı suç isleme suçlarından İspanyol bir yargıcın tutuklama emriyle tutuklanır. Kendisi gibi ülkesindeki çocukların içtiği süte bile göz koyan eski İngiltere başbakanı nam-ı diğer Demir Lady Margaret Thatcher’ın da desteğiyle Londra’da lüks bir apartman dairesinde, yaklaşık bir buçuk yıl ev hapsi yaşar. Daha sonra, dönemin başbakanı Tony Blair Pinochet’nin sağlık sorunlarını gerekçe göstererek, onu serbest bırakır ve Şili’ye geri dönmesi için yol verir. Şili’de bulunduğu süre zarfında çoğunlukla sağlık sorunları gerekçe gösterilerek askeri hastanede konuk edilir ve ölene kadar yargılanmaz. Bu durum Şili halkının demokrasi mücadelesi tarihinde her zaman yüzleşilmesi ve hesaplaşılması gereken bir mesele olarak kalır. Pinochet 2006 yılında askeri hastanede öldükten sonra, Şili halkı sevinçten sokaklarda dans eder, bazı sağcı gruplar ise hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde sevinç kutlamaları yapan insanlara saldırır. Pinochet’nin hayatta olduğu yıllar içerisinde halkın pek çok kere bu diktatörle, otoriter siyasetle ve darbe düşüncesinin kendisiyle hesaplaşma girişimleri olur ancak neoliberal politikalardan tam anlamıyla vazgeçemeyen hükümetler darbeci zihniyetlerle hesaplaşma bakımından toplumun önünde her zaman bir engel olarak kalırlar.

Diktatörlerin hayaletlerinden kurtulurken, yeni bir anayasaya doğru

2005 yılına geldiğimizde, Pinochet’nin askeri anayasası üzerinde hükümet çeşitli reformlar yapılsa da metnin ana yapısı değişmeden kalır. Ne de olsa Pinochet iktidarda olmasa bile fikirleri hala iktidardadır. 2010 genel seçimlerinde Başkan seçilen Sebastián Piñera’nın kardeşi José Piñera bizzat Pinochet’nin eski bakanlarından ve Chicago Boys grubundandır. Piñera döneminde sol ve anti-kapitalist hareketler önemli darbeler alırken, sağlık, eğitim, emeklilik gibi alanlarda özelleştirmeler hızla devam eder. Ancak Ekim 2019’dan itibaren öğrenciler toplu taşıma ücretleri ve özelleştirme politikalarını protesto ederken, ülke genelinde geçinemiyoruz diyen emeklilerden kadına yönelik şiddete hayır diyen kadınlara kadar toplumun geniş bir kesiminde neoliberal sağcı politikalara karşı birikmiş bir öfke sokağa yönelirken, polis şiddeti de oldukça serttir. Gösterilerde direnen (Türkiye’de gezi olaylarında da görüldüğü gibi) onlarca insan gözünü kaybeder, 12 kadına tecavüz edilir, 5 bin insan tutuklanır, resmi rakamlara göre 1 çocuk toplam 27 (resmi olmayan rakamlara göre ise 50) insan öldürülür ve ülkede olağanüstü hâl ilan edilir. Baskı ve polis şiddetine rağmen mukavemetleri bastırmaya gücü yetmeyen Piñera, askeri anayasanın değiştirilmesi için artan talepleri kabul etmek zorunda kalır. 2020 yılında Anayasa değişikliği referandumda 78 % oy çokluğuyla onaylanır. Bu oylama aynı zamanda hazırlanacak olan yeni anayasa komisyonlarında 45% oranında kadınların ve halk temsilcilerinin katılımının arttırılmasına ve “sosyal sevinç patlamasına” neden olur. Pek çoğumuzun sosyal medyada izlediği gibi bu kutlamalarda yüzbinlerce insan Quilapayun ve Inti Ilimani şarkıları söylerken, hep bir ağızdan, “El pueblo unido jamás será vencido” (birleşen halk asla yenilmez) sloganları atarlar[2].

2021 seçimlerine doğru birleşen anti-kapitalist kolektifler

2019’den itibaren örgütlenen özelleştirme karşıtı öğrenciler, yoksullukla mücadele eden emekliler, cinsiyetçi iktidarlardan bıkmış kadın ve LGBTİ bireyler, maden firmalarına karşı direnen çevreciler, kolonyalist kültürden bıkkın otokton/yerli halkların katılımıyla Apruebo Dignidad (Haysiyet Koalisyonu) isimli sol ittifak etrafında birleşir ve seçimlere Gabriel Boric’in adaylığında girerler. Boric seçim sonrası yaptığı ilk konuşmada bu platformun bileşenlerinin kurulacak hükümette önemli konumları olacağını belirtir. Özellikle otokton/yerli halk ile kadınların yeni sürecin önemli siyasi özneleri olacağını vurgular. Rakibi Kast genel seçim kampanyasında, kadın bakanlığını kapatacağından söz ederken, Boric kadınları seçim çalışmasının önemli bileşenleri haline getirir ve seçim sonrası yaptığı ilk konuşmada kurulacak yeni hükümette kadınların temsil oranlarının yüksek olacağını belirtir. Darısı dünyadaki diğer sol liderlerin başına !

resim 2a
Şili’nin Santiago şehrinde 2019 tarihli LGBTİ+ protestolarından bir kare

Yeni bir “pembe dalga” mi? 

Şili’de birleşik solun başarısı, Latin Amerika’da solun iktidarda olduğu ülke sayısını arttırırken, kıtada “pembe dalga” (başka deyişle sol iktidarlar) yeniden mi yükseliyor sorusunu da beraberinde gündeme getirdi. “Pembe dalga” 1998 yılında Venezuela’nın karizmatik lideri Hugo Chavez’in seçimi kazanmasıyla başlamış, daha sonra 2002 yılında Brezilya’da Lula de Silva, 2003’te Arjantin’de Nestor Kirchner, 2005’te Bolivya’da Evo Morales’in seçilmesiyle devam etmişti. 2015 yılına kadar Brezilya, Venezuela, Arjantin, Uruguay, Bolivya, Nikaragua’da sol hükümetler iktidar olurken, neoliberal politikaları yavaşlatan, zaman zaman ekonomi alanında kamusallaştırmalar yapan, çoğunlukla parasız eğitim ve sağlık hizmetleri sunan, yoksullukla mücadele eden, yerli halklar için dekolonizasyon başlatan politikaları hayata geçirmişlerdi. Birinci pembe dalga Latin Amerika’da kemer sıkma politikalarından yorgun düşmüş halklar için alternatif bir model olarak yayılırken, çok geçmeden Venezuela, Honduras, Bolivya, Brezilya gibi ülkelerde darbe girişimleriyle sol iktidarlar yıpratılır ve yeniden sağcı, neoliberal siyasetlerin önü açılır.

Bu sönümlenmeye rağmen, Pembe dalga, 2019 yılından itibaren (Şili örneğinde gördüğümüz gibi) kadınlardan LGBTİ+ bireylere, yerli halklardan göçmenlere, orta sınıflardan yoksullara, sosyal demokratlardan sosyalistlere uzanan geniş bir konsensüs etrafında yeniden yükselişe geçer. 2018 yılında Meksika’da Andrés López Obrador, 2019’da Arjantin’de Alberto Fernández, 2020’de Bolivya’da Luis Arca, Kasım 2021’de düzenlenen seçimlerde Honduras’ta Xiomara Castro, son olarak Aralık 2021’de yapılan seçimlerde Gabriel Boric Şili’de başkan seçilir. Bu kazanımların ardından, Latin Amerika solunun olası siyasal operasyonlar ve ekonomik baskılarla nasıl mücadele edeceği sorusu beraberinde gündeme geliyor. Kimileri birinci dalga döneminde zayıf kalan üretim politikalarını geliştireceğini, olası siyasal operasyonları bertaraf edeceğini ve fikir olarak sosyalizmin hala mevcut sisteme tek alternatif olduğunu göstereceğini düşünüyor. Bu optimist yaklaşımın gerçek olmasını bizler de temenni ediyoruz lakin, Latin Amerika solunun her şeyden önce örgütlenme refleksleri bakımından mevcut dünyada biricikliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Şili seçimleri özellikle tarihsel olarak her türlü bastırma ve darbe girişimlerine rağmen solun ve sosyal hareketlerin belirli refleksleri biriktirmesinin önemini göstermektedir. Bizler bu tecrübelerden alınacak dersleri alarak siyasetin sokak mı sandık mı gibi iki soru arasında sıkıştığı günlerde Latin Amerika solunu önemli bir alan olarak görmeliyiz. Her seçim öncesinde ya da sosyal buhran anlarında sokağa çıkma girişimlerini bastırmaya çalışan bazı muhalefet partilerinin ve sosyal medya aktivistlerinin sinik söylemlerine karşı aşağıdan yukarı örgütlenmekten vazgeçmeyen, gücünü sokaktan, sendikalardan, demokratik kitle örgütlerinden alan kolektif arayışlarla solun sınıfsal cinsel ve etnik ayrımcılığa karşı hala tek panzehir olduğunu ifade etmeye devam etmeliyiz. Sandığa ya da sokağa sıkışmış siyasetlerle değil ancak ikisini bir araya getirebilen siyasetlerle sadece diktatörlerden değil onların temsilcileri olduğu sağcı, neoliberal, otoriter, cinsiyetçi zihniyetlerden de kurtulabileceğimizi, geçmişle yüzleşip geleceği kurabileceğimizi unutmamalıyız.

 

[1] Apruebo Dignidad: İspanyolcada tam kelime anlamıyla “haysiyeti destekliyorum” demektir. Bu yazıda ise “haysiyet koalisyonu” olarak çevrilmiştir.

[2] https://www.youtube.com/watch?v=9SfjASZYNSI )

 

Bir Cevap Yazın