Türkiye’de resmî hesaplamaları “hane halkı” üzerinden yapılıyor olsa da yoksulluğun, tıpkı açlık ya da işsizlik gibi toplumsal cinsiyet boyutu var. Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan, 2018 tarihli küresel bir rapor, kadınların daha yoksul olduğunu ve yoksullukla baş etmede daha çok zorlandıklarını ortaya koymakta. Rapor, 25-34 yaş grubundaki her 100 erkek için aşırı yoksulluk içinde yaşayan 122 kadın olduğunu söylüyor.
Kadınlar ayrıca tüm ülkelerin yaklaşık üçte ikisinde gıda güvensizliğine karşı daha savunmasız. “Gıda güvenliği” diye üstünü kapatarak ifade ettikleri olgu, aslında açlık ve yetersiz beslenme. Rapora göre, bir kriz başladığında kadınların aç kalması erkeklerden daha olası –ki pandemi koşullarında bu olasılığın güçlendiğini tahmin etmek zor değil.
Yoksulluk, beslenme ve barınma gibi temel ihtiyaçları karşılayacak asgari gelirden mahrum olma anlamına geliyor çoğu zaman. Oysa yoksulluk tanımını, “uzun, sağlıklı ve yaratıcı bir yaşam sürdürme”, “özgürlük, saygı, haysiyet gibi temel haklardan yararlanma” gibi seçeneklerin ve fırsatların yoksulluğunu kapsayacak şekilde genişletmek de mümkün. Olguya toplumsal cinsiyetli bakan araştırmacılarda bu yaklaşımın ağır bastığı görülüyor.
Kadınlar ve erkeklerin yaşam standartlarında gözlemlenen eşitsizlik eğilimi, ilk kez 1970’li yıllarda “yoksulluğun kadınlaşması” olarak kavramlaştırıldı ve o günden bu yana da pek çok çalışmanın odak noktası oldu. Kavram, cinsiyet ayrımcılığının yoksulluğun belirlenmesinde sahip olduğu artan rolü tasvir ediyor. Kadınları yoksullaştıran faktörler, eğitimde fırsat eşitsizliğinden başlayıp iklim krizinin yarattığı olumsuzluklara dek uzanmakta… Kapitalizmin tekrarlayan ekonomik krizleri de kadınların ezici bir bölümü için yoksullaşma demek.
Aileler sınırlı kaynaklarını erkek çocukların eğitimine harcamayı yeğlediğinden kız çocuklarının eğitim hayatı daha kısa sürüyor. Bir meslek ya da beceri edinemeden erken yaşta evliliğe zorlanıp anne oluyorlar. (BM raporuna göre, 18 yaşından önce evlenen kadınların sayısı 750 milyon.) Kadınlar işgücü piyasasına erkeklerle eşit oranda, eşit konumda ve eşit ücretle erişemiyorlar. BM raporunda, cinsiyetler arası ücret uçurumu (kadınlar aleyhine) %23 olarak hesaplanmış. Kadınların işgücüne katılım oranı %63 iken erkeklerin oranı %94. Küresel veriler ülkeden ülkeye değişmekle birlikte genel eğilim değişmiyor. Neoliberal kapitalizmin emek piyasalarını yeniden yapılandırması (kuralsızlaştırması) ve “sosyal devlet” üzerinde yarattığı tahribat bu eşitsizliği daha da keskinleştiriyor.
Türkiye’de 15-49 yaş grubunda ücretli çalışan evli kadın oranı yüzde 32 ile sınırlı; evli kadınlar ücretli bir işte çalışmamalarının temel nedeni olarak ev kadını olmalarını ve çocuk bakımını göstermekteler. Bu da bize, “yoksulluğun kadınlaşması”na yol açan dinamikleri ev/aile/hane içinden başlayarak ele almamız gerektiğini söylüyor. Neoliberal politikalarla birlikte “sosyal devlet”in zayıflaması, kreşlerin kapatılması, sağlık kurumlarının çökertilmesi, kadınların üzerindeki (karşılığı ödenmeyen) bakım yükünü artırdı. Kamusal hizmetlerin geri çekilmesiyle ortaya çıkan bakım açığını kadınlar kapatıyor.
Kadınların bir kısmı (çocuk, hasta, yaşlı ve engellilerin bakım sorumluluğu nedeniyle) emek gücüne dâhil olamazken, bir kısmı da bakım emeğiyle bir arada yürütebilecekleri yarı zamanlı işlere, esnek istihdam biçimlerine mahkûm ediliyorlar. Kadınlar ücretli iş arama sürecinde (örneğin anne olma ihtimalleri yüzünden) ayrımcılığa uğruyor; iş bulabildiklerinde düşük ücretli, emek yoğun işlerde, güvencesiz çalıştırılıyorlar. Düzensiz gelir, düşük ücret, eşit işe eşit olmayan ücret, güvencesizlik, sendikasızlık gibi faktörler, kadınların emek piyasasındaki ikincil konumlarını sabitliyor.
Neoliberal politikalar ve küreselleşme yoluyla sermaye birikim rejiminde görülen değişim, güvencesiz çalışma biçimlerini tüm dünyada yaygınlaştırdı. Bundan en çok nemalanan da uluslararası sermaye oldu kuşkusuz. İmalat süreçlerini çevre ülkelere kaydıran ve dünyanın dört bir yanında iş yapan çok uluslu şirketler, üretimlerini toplumsal cinsiyete göre yapılandırdı. Kadınlar el becerisi ve dikkat gerektiren, emek yoğun, rutin, sıkıcı, düşük ücretli işlerde, çok kötü koşullarda çalışmaya mahkûm edildiler. Dolayısıyla bu şirketler, dünyanın her yerine aynı toplumsal cinsiyet bölünmesi modelini ihraç ederek yüksek kârlılığını sürdürebiliyor. Küreselleşme dünyanın farklı ülkelerinde tekrar eden, kadınlara yönelik özel baskı modelleri oluşturmaya meyilli.[1]
“Yoksulluğun kadınlaşması”nda etkili olan bir başka faktör de hizmet sektörünün genişleyip en büyük sektör haline gelmesi… Ücretli ev ve bakım işçiliğini de kapsayan hizmet sektörü, kadınların kitlesel olarak esnek ve kısmî zamanlı çalıştıkları sektörlerin başında geliyor; toplumsal cinsiyet rollerine uygun olarak eğitim, bakım, temizlik işleri “kadın işi” sayılıyor. Ayrıca, çevre ülkelerden ve eski Sovyetler Birliği’nden kitleler halinde göç eden kadınların yoğunlukla ev ve bakım hizmetlerinde, enformel olarak istihdam edildikleri görülüyor. Her türlü güvenceden yoksun bu çalışma biçimi, göçmen kadınları yoğun baskıya, aşırı sömürüye, ağır çalışma koşullarına ve cinsel şiddete maruz bırakıyor. “Buna karşılık bu göçten hem göç veren hem göç alan ülke çıkar sağlıyor: Göç veren ülkelerin devletleri bu kadınların ülkeye gönderdikleri dövizlerden nemalanırken göç alan ülkelerde gerek patronlar gerekse devlet bu ucuz, güvencesiz, emeklilik hakkından yoksun emekten büyük yararlar sağlıyorlar.”[2]
Kısacası, “yoksulluğun kadınlaşması” ne kendiliğinden bir süreç ne de faili meçhul bir kötülük; patriyarkal kapitalizmin dinamikleri tarafından belirlenen, başlı başına politik bir mesele.
[1] Stone, Alison (2016), Feminist Felsefeye Giriş, İstanbul, Otonom Yayıncılık, s.305.
[2] Acar Savran, Gülnur (2021), “Kapitalizm ile Ataerkinin Kesişiminde Kadın Emeği”, söyleşiyi yapan: Melda Yaman, Praksis, sayı:52.