Bir insanın güç hırsı vardır hikâyede alışılagelmiş, bir diğerininse isyanı. Sonra bir vardır, bir yoktur; sonra bir varlık-yokluk halidir öykü. Ateş bir kez palazlandı mı; isimler, yüzler yiter; binlerce hikâye, hepsinde bir varlık-yokluk hali kalakalır. Ama insan öyle bir yaratıktır ki zamanın her kertesinde, mekânın her uzantısında; öldürme hıncı ve yaşatma efsunu aynı anda akar yanı başından onunla. İşte size anlatacağım yol hikâyesi de insanın parmak izini taşıyan varlık ve yokluğu, aydınlık ve karanlığı, vaz geçme ve dirayeti, ölüm ve yaşamı, hepsinin yanı sıra yaşama dair inatçı bir umudu anlatır.
Zamanın birinde, bir yerlerde, bir kadın yaşarmış. Güneşten doğduğuna inanan, güneşe tapan kadim bir halkın nişanesini taşırmış. Yüzünde güzelliğine süs, yaşamın kaynağı bildiği aydınlığı resmeden dövmeler varmış. Koyu kestane gözleri cesur, mağrur bakarmış. Simsiyah saçları beline uzanırmış. Kırmızı gelinliğiyle karşısına geçtiği şıhın bir somun ekmeği ikiye kırarak parçalardan birini kendine diğerini sevdiği adama verdiği günden bu yana başı bağlıymış kadının. Dağlar ortasındaki köyünde gururlandığı bir adamla aynı damı paylaşırmış. Şarkılarla başlarmış her gün, güneşin doğuşu. Hikâye bu ya, kendi şarkılarına birlikte ses olan, sözü ve yaşamı birlikte kuran bu adam ve kadın dünyayı kendi köylerinden, ömrü güneşin aydınlattığı o günden ibaret sanırmış. Bir kızları olmuş, su gibi berrak küçük bedeni pir su ile yuğmuş, haneleri aydınlanmış. Evlerinin bahçesinde, kuzular bir yana küçük kızları bir yana koşturup dururmuş. Kadın bir yandan allı pullu koyun diğer yandan, kuzunun zıplamalarını, küçük kızın kahkahalarını seyre dalarmış. Sonra aynı damın altında bir küçük kuzu daha, bir küçük kız daha açmış gözlerini dünyaya. Hanenin içi kalabalıklaşıyor, her yeni hayat umudunu, coşkusunu yanına katarak haneye katılıyormuş. Dağların ötesindeyse kıyıcı bir fırtına kopmaktaymış o sıra. Bentleri yıkıyor, toprağı kan kırmızısına boyuyormuş. Uzaktan uçurulan haberler, kadın ve adama uzak, erişmez görünüyormuş.
Bir gün güneş bulutların ardında kalakalmış, gece güne galip çıkmış. Tek bir bitmez gecede, gümbürtülerine kulak tıkadıkları, şarkılarıyla bastırdıkları uzak diyardaki savaş, kasabalarının çitlerini yıkıvermiş. Adam o gece, güneşi yenik koymamak için yola çıkanlara katılmış; kadının kulağına güneşle geri dönme sözü fısıldamış. Adamlar çitlerin bir yanına, kadınlar dağların ötesine yüzlerini dönmüş. Evi barkı, kuzuyu keçiyi, tarlayı tapanı hayatta kalmak, hayatı yeniden kazanmak için geride bırakırken elinde bir yavru, sırtında yeni doğmuş diğeri güneş dövmeli kadın da yola revan olmuş.
Attığı her adımda, peşi sıra yükselen bir çığlık, yıkım, ateş adımlarını takip ediyormuş. Kâh kalabalık, kâh tek başına; kâh yürüyerek hızlı hızlı, kâh saklanarak kuytularda… Yol uzamış da uzamış. Ekmek bitmiş, su bitmiş, güç bitmiş, sabır bitmiş, yol bir türlü bitmemiş.
Yol uzarken yola devam edebilenler azalıyormuş. Kimi geri düşüyor, ateşe kalıyor; kimi gördükleri, yaşadıklarıyla yaşamını yitirmese aklını yitiriyormuş. İki çocuk yanında; gözlerini kapa, kulaklarını tıka, içine düştükleri cehennem yokmuşçasına ninniler oku, koynuna bas bebeleri, siper et bedenini… Kadın günden güne daha çok tükeniyormuş. İki çocuk yanında; yarı uyur yarı uyanık, yarı bakar yarı kör, yarı akıllı yarı meczup yollar geçmiş, tepeler aşmış.
Ağaçlık bir alanda bir kayanın dibinde artık son katıklarını yerken bir baş ağrısı saplanmış kadına. Aklına gelenlerle aklında verdiği savaşla tarumar olmuş aklı acıyormuş. Bir canının parçası iki çocuğa, bir önlerinde uzayan bitmez yola, bir eteğindeki son ekmek kırıntıları bakıyormuş. Yakında sütü de kesilir diye bir korku almış içini. Kulaklarında çınlayan kendi sesi duraksız, fısır fısır: “Ne olacak bu yavru?”
Şimşekler çakmış gözlerinin önünde, uykuya dalan küçük kızına, ilk göz ağrısına bakakalmış. Başı zonkluyor, kulakları uğul uğul… Genç bedeni daha ne kadar dayanır diye tartmış kendini. Peki ya küçük kızının çocuk bedeni daha ne kadar dayanır? Peki ya şu bebek? Ne kadar dayanırlar yan yana? Belki de… Belki tek başına kendini kurtarır yavru, belki tek bebeyi taşısa kurtarır en azından birini kadın. Duyguları, düşünceleriyle çarpışırken almış kararını, doğrulmuş yerinden aniden, dönmüş ardını yürümeye başlamış. Kayanın dibinde küçük kız bir başına uykuda kalakalmış. İçi kıyım kıyım, bir dönüp baksa ardına devam edemez yola bildiğinden dönmemiş ardını, kucağındaki küçük bebeği bastırmış göğsüne, yürümüş hızlı hızlı. Belki bir saniye, belki bir asır geçmiş, uyanmış kayanın dibindeki yavru. Görmüş ki anası koşar adım gitmekte, seslenmiş anasına, koşmuş varmış kadının yanına, tutmuş eteğini, bakmış yüzüne şaşkın. Güneş dövmeli kadın suçluluk ve öfkeyle başı bir eğik bir dik, tutmuş yavrusunun elinden, devam etmiş yürümeye.
Bitmez gece, günün önünde perde. Artık ekmek yok, içecek su da kalmamış. Anasının memesinden gelmeyen süte aç bebek duraksız ağlamaktaymış. Küçük kızın ise yüzü solgun, gözleri sanki sislerin ardında. Kadının bacaklarında derman kalmamış. Çökmüşler bu defa bir bodur ağaç dibine. Etrafta kimsecikler yokmuş. Gecenin içinde uzaktan sesler işitmeye başlamış kadın, bakmış etrafına kör karanlık. Korkmuş, “kalk gidiyoruz” demiş kızına. Kızın hiç canı yok ki anlamaz bakmış anasına, kıpırdayamamış yerinden. Bir deli öfke, bir kör öfke ki almış kadını. Elinden tuttuğu gibi sürükleyerek kaldırmış yavruyu. Başlamışlar tırmanmaya karşıdaki tepeyi. Yamaca yakın bir yerde bırakmış çocuğun elini, ‘sen burada bekleyeceksin, ben gelip alacağım seni sonra’ demiş. Çocuk yalvarır bakmış, ses edememiş. Kadın dönmüş yeniden ardını. Gitmiş de gitmiş; az gitmiş, uz gitmiş. Kör karanlıkta, kör öfkeyle gitmiş. Rüzgârla yarışarak gitmiş. Kara saçlarını dağıtarak, gecede içi kan ağlayarak gitmiş. Etekleri uçuşarak, bedeni titreyerek gitmiş. Sırtındaki bebeği unutarak, kendini unutarak, geçmişini unutarak gitmiş. Gitmiş, gitmiş de gidememiş. Tanrının lütfu bir taşa takılmış ayağı, tökezlemiş, durmuş kalmış. Durmuş kalmış da etrafına bakmış, bakmış da aklı aymış. Bu defa gerisin geri başlamış koşmaya. Seslenmiş geceye, kızının adını çığırmış. Yol sanki karanlık bir dehliz, yol sanki yerin yedi kat dibi. Yüreğini dağlayan pişmanlıkla çökmüş dizlerinin üzerine, yalvarmış tanrısına, bir gıdım ışık dilemiş erişmek için yavrusuna. Secde etmiş toprağa, gözlerinden yaş dökmüş. Gözyaşıyla ıslanan toprağa yedi renkli bir suret aksetmiş. Kaldırmış başını ki ne görsün, karanlığın derininde bir tavus kuşu; yedi rengiyle ışıl ışıl, geceyi aydınlık etmekte. Diklenmiş ayağa, yürümüş tavus kuşunun yöresine. Yaklaştıkça uzağa düşüyormuş tavus kuşu, ne yerdeymiş ne gökte. Gerçek midir bilememiş, bilmeyi dilememiş. Sanırsın bir saniye, belki bir asır yürümüş. Sol yanından kızının ağlayan sesini duyana dek yürümüş, sesi duyup yüzünü dönene dek gözünü ayırmamış yedi renkli ilahi kuştan. Yüzünü dönmüş bir görmüş ki bıraktığı yerde bir başına ürkmüş, içli içli ağlıyor küçük kızı. Bakışmışlar bir saniye, belki bir asır, kavuşmuşlar ana kız yeniden gecenin ortasında. Uzaktaki tavus kuşu yitmiş gitmiş. Tek laf edilmemiş. Yedi rengin yedisi ana kızın gözlerinde birikmiş.
Bitesice gece sonunda güne dönmüş. Güneşin doğuşuyla kalabalıklarla karşılaşmış güneş dövmeli kadın, yanında iki kız çocuğu. Bedenleri yorgun, yüzleri solgun fakat gözleri dirayetle sahip çıktıkları umudun ışığını saklı tutan yüzlerce allı, morlu, beyazlı kadın… Varmışlar birlikte dağın ardına. Her biri tavus kuşunun bir haresiymiş kadınların, her biri güneşin varisi… Ve o kadınlar, kıyameti dünyada görüp de yaşamdan vazgeçmemenin hikâyesini yaşayagelmiş, kendi yaşadıklarınca anlatagelmişler. O günden bu güne, dünde, bugünde…