Virginia Woolf’un Feminist Pedagojisi Bize Ne Söylüyor?

Woolf öncelikle, savaşın ortaya çıkmasında, Tanrı’ya, doğaya, cinsiyet veya ırk ayrımına dayandırdıkları hakla, diğer insanlara nasıl yaşamaları ve ne yapmaları gerektiğini söyleyen diktatörlerin büyük payı olduğunu söyler.

Virginia Woolf (1882-1941), toplumsal hayatı ve insanları kendi öznelliğine göre eğip büken biri değildir. Bunun yanı sıra hepimizin birbirimize bağlı olduğunun ve toplumsal dünyanın da doğanın bir parçası olduğunun farkındadır. Doğaya ve toplumsal hayata bakarken, birey-toplum, akıl-beden, özel alan-kamusal alan gibi birbirini dışlayan ikilikler görmez. Taklitçiliği, gelenekçiliği reddeder, özgün olmaktan yanadır. Kavramların kutsallaştırılmış ve standartlaştırılmış anlamlarına karşı çıkar. Bize sabit, verili ve dolayısıyla doğal ve değiştirilemez olarak sunulan anlam çerçevelerine, kavram ve kategorilere meydan okur. Örneğin kadının doğasına, ne olduğuna veya olması gerektiğine dair veyahut savaş, vatanseverlik ve milliyetçilik gibi her türden hegemonik kavrama dair bilimin, dinin, siyasetin, tarihin veya edebiyatın, kısacası toplumu kendi istedikleri tarza getirerek kendi ayrıcalıklı konumlarını korumak isteyen erkeklerin argümanlarına meydan okur. Ataerkilliği, kapitalizmi ve faşizmi birbirini üreten yıkıcı, istismar edici, sakatlayıcı kötülük kaynakları olarak mahkûm eder.

Woolf, kadınların da bu üçlü sisteme, sınırlı konumlarından dolayı istemeden ve dolaylı yollarla katkı yaptığını göz ardı etmez. Kadınların kendi iradeleri ve görüşleri, kısacası kendilerine ait bir alanları olması için eğitimi ve meslek sahibi olarak para kazanmayı savunur. Fakat kadınların, eğitime ve mesleğe daha fazla katıldıklarında bu sakatlayıcı sistemin yeniden üreticileri olacakları endişesiyle basitçe ve niceliksel bir katılımı da savunmaz. Daha ziyade mevcut sistemi dönüştürerek katılımdan yanadır. Bunun yolu da eğitimin ve mesleklerin amacına ve icra edilme şekline meydan okumak ve değiştirmekten geçer. Yani aslında onları mevcut anlamlarından kurtararak ataerkilliği, kapitalizmi ve faşizmi üretmeyecek bir hale getirmek ister. Ancak öyle olursa eğitimin ve mesleklerin, bu dünyanın daha iyi olması anlamında bir işlevi olur. Bu anlamda kadınların kendi maddi koşulları dolayısıyla dışarlıklı hale gelmelerini başlangıç noktası olarak görür. Çünkü kadınlar savaşa ve öldürmeye bulaşmamışlardır. Woolf, kadının, kadınsılığın veya kadınlığın ne olduğu veya olması gerektiğine yönelik bir tanımlama yapmadığı gibi bunları yüceltme yoluna da gitmez. Ama kadınların, konumsal durumları gereği, emperyalist olmayan, yaşamın farklı unsurlarına saygılı ve birleştirici bir etik anlayışı geliştirebileceklerini düşünür. Bu nedenle kadın epistemolojisi ve etiğini, kurmayı önerdiği okul ve topluluk için temel ilke olarak alır.

Woolf, “Bir kadın olarak benim ülkem tüm dünyadır.” sözüyle, sadece bir ülkenin vatandaşı, bir milliyetin üyesi, bir dinin mümini, bir erkeğin karısı olarak kurgulanmış ve insan olma kapasitemizi örseleyen bağımlılıklarımızı aşmaya; kendinin ve kendinin dışındaki bütün varlıkların varlığını tanıyan, zorunlu rollerimizle değil insani bağlarla birbirimize ve dünyaya bağlı olduğumuzun farkına varan ve bunun sorumluluğunu üstlenen bir bilince ve eyleme davet eder bizi. Bize dayatılan bağlılıklarımıza kayıtsız kalır -ki bu kayıtsızlık pasiflik anlamında değil, düşüncede ve eylemde desteklememek anlamında- onları desteklemezsek dahi yaşamı dönüştürebileceğimizi söyler.

Woolf’a dair bu genel değerlendirmeden sonra onun özellikle savaş ve militarizm hakkındaki görüşlerine, vatanseverlik kavramına yönelttiği sorgulamaya ve bahsettiği sorunlara bir çıkar yol olarak ürettiği kendi feminist pedagojisine geçebiliriz.

Virginia Woolf, “Üç Gine” (2015) adlı kitabında kadınların savaşı -II. Dünya Savaşı- nasıl önleyebileceği sorusuna cevap arar. Öncelikle savaş ile erkeklik arasında organik bağ kurar. Savaşmanın çoğunlukla kadınların değil erkeklerin huyu olduğunu söyler. Bu huyu doğaya bağlamaz, yüzlerce yıllık gelenek ve eğitim sonucu oluştuğunu vurgular: “…savaşmak çoğunlukla kadınların değil erkeklerin huyudur…bu farkı yaratan hukuk ve uygulamadır. Tarihte, bir kadının bir silahı, çok nadir olarak bir kimseye doğrulttuğu olmuştur; kuşların ve hayvanların büyük bir çoğunluğu kadınlar değil erkekler tarafından öldürülmüştür.” “Açıkçası siz erkekler için savaşmakla ilgili olarak, biz kadınların hoşlanmadığı bir ihtişam, bir gereklilik, bir tatmin var.” (2015, 10;11). Ona göre, erkeklerin savaşmak için üç nedeni vardır: Savaş bir meslektir, bir heyecan ve mutluluk kaynağıdır ve son olarak, erkeklerin erkekçe niteliklere sahip olmalarını sağlayan bir araçtır. Bu üç unsurun, bütün erkekler tarafından paylaşılmasa da erkek cinsinin çoğunluğu için evrensel olduğu görüşündedir.

Woolf öncelikle, savaşın ortaya çıkmasında, Tanrı’ya, doğaya, cinsiyet veya ırk ayrımına dayandırdıkları hakla, diğer insanlara nasıl yaşamaları ve ne yapmaları gerektiğini söyleyen diktatörlerin büyük payı olduğunu söyler. Sonra kıyafetler ve törenlerin etkisinden bahseder. Ona göre, erkeklerin kamu kıyafetleri ve bu kıyafetlerle yapılan törenler görkemlidir. Hâlbuki kadınların kıyafetlerinin iki işlevi vardır: Güzel görünme ve erkek cinsinin hayranlığını uyandırma. Bu durum kadınlar için önemlidir, çünkü kadınlar bu yolla tek meslekleri olan evliliğe hazırlanırlar. Ama erkekler için kıyafetin başka fonksiyonları var. Kıyafetler onların toplumsal, mesleki veya entelektüel duruşlarını bildirmeye yarar. Üniversitelerde, mahkemelerde ve orduda görkemli kıyafetler ve unvanlar ile diğer insanlar üzerinde üstünlük kurmaya çalışırlar; bu kıyafetlerin ihtişamı, kibri ve prestiji diğer insanları etkiler ve insanlar arası rekabet ve kıskançlığı artırır; bütün bunlar genç erkekleri savaşa özendirir. Woolf’un kıyafetler ile savaş arasında kurduğu bağın zorlama bir bağ olduğunu düşünebiliriz belki, ama burada o, nesnelere yüklenen anlamların, insanı sadece cephede değil, gündelik hayat içinde başka insanlarla da sürekli mücadeleye iten hegemonik duygular yaratma gücüne vurgu yapmaktadır.

Ona göre üniversite eğitiminin de savaşa katkısı var. Çünkü birincisi, orduda ve mahkemelerde olduğu gibi üniversitedeki eğitimli adamlar da diğer insanlara üstünlük kurmalarını sağlayan farklı giyimlere ve unvanlara sahiptirler. İkincisi eğitimin içeriği, güçten nefret etmeyi değil, onu kullanmayı öğretmektedir. Woolf’a göre eğitimli adamların kızlarını Cambridge’e veya Oxford’a gönderirsek, eğitim hakkında değil, savaş hakkında düşünmeye; erkek kardeşleriyle aynı avantaja sahip olması için nasıl öğrenmesi değil, nasıl savaşması gerektiğini düşünmeye teşvik etmiş oluruz. Ayrıca kadınlar bu üniversitelerde eğitim alsalar dahi oranın çalışan bir üyesi olamıyorlar. Böyle bir eğitimin savaşı önleme konusunda ne yararı olabilir ve kadınlar üniversite içinde daha fazla yer almadıkça eğitimi nasıl değiştirebilirler? diye sorar Woolf.

Kadınlar için tek geçerli yolun evlilik olması, savaşı dolaylı yoldan da olsa etkileyen bir başka unsurdur. Çünkü evlilik düşüncesi kadınların ne söylediğini ne düşündüğünü ve ne yaptığını etkilemektedir. Genç kadınlar evlenmek suretiyle sahip oldukları şeyleri ellerinde tutmak için, kocasının ve onun çevresinin görüşlerini kabul etmek zorunda kalır. Böylece Woolf’a göre, “Muhteşem İmparatorluğumuz” onun için de kabul edilebilir bir slogan haline gelir.

Erkekleri savaşa götüren etkenlerden birinin de vatanseverlik olduğu tespitinde bulunan Woolf, ardından eğitimli bir erkeğin kız kardeşi için vatanseverliğin ne anlama geldiğini sorgular. Kadınların İngiltere’yle gururlanmak, İngiltere’yi sevmek ve savunmak için erkeklerle aynı sebepleri var mı? Erkek, “Ülkemizi korumak için savaşıyorum” derse, kadın, kendisi gibi dışlanmış biri için “ülkemiz”in ne anlama geldiğini sorar. Ülkesinin tarihine bakar, kendisine köle gibi davranıldığını, eğitimden ve diğer imkânlardan mahrum bırakıldığını görür; İngiltere’nin aslında ne kadarı kendine aittir diye cinsiyetinin ve sınıfının sahip olduğu arazi ve zenginliğe bakar, mülksüzleştirildiğini anlar; Kendisini ne kadar koruyor diye hukuka bakar ve yaralanabilir kılındığını fark eder. Yaratmaya çalıştığı bu bilinç yükselişi aracılığıyla bütün kadınların isyanı Woolf’un sesinde birleşir ve bir manifestoya dönüşür:

“Bu sebeple, beni ya da ‘ülkemizi’ korumak için savaşmakta ısrar ederseniz, içgüdülerini tatmin etmek, ne beni ne de ülkemi korumak için değil paylaşmadığım bir cinsiyet içgüdüsünü tatmin etmek için, paylaşmadığım ve büyük bir olasılıkla paylaşamayacağım faydalardan yararlanmak için savaştığınızı aramızda mantıklı ve makul bir şekilde kararlaştıralım. Çünkü bir kadın olarak benim aslında bir ülkem yok. Bir kadın olarak ülke istemiyorum. Bir kadın olarak benim ülkem tüm dünyadır.” (2015, 153-154).

Yukarıda ortaya koyduğu gibi Woolf, kadınların savaşı durdurmaya yaracak imkânlarının olmadığını söyler. Çünkü ordu ve donanma kadınlara kapalı; hukuk, ticaret, din ve siyaset de halen kadınlara kapalı; kilisede vaaz veremiyorlar; basının kontrolü kadınların elinde değil; tıpkı dinde kadınları içine almayan bir ruhban sınıfının olması gibi, tıp ruhbanlığı, bilim ruhbanlığı vb. türden ruhbanlıklar var ve bunların hepsi kadınlara kapalı. Ona göre, tek imkân eğitim almak ve meslek sahibi olmak. Eğitimli adamların kızlarını eğitmelerine ve daha sonra da iş sahibi olmalarına yardım etmedikçe, bu kadınların savaşı önlemeye yardımcı olacak özgür ve önyargısız etkileri olamaz. Çünkü ona göre, kadınlar meslek sahibi olup para kazanınca ancak bağımsız görüşleri ve kendilerine ait akıl ve irade geliştirme imkânları olur. Fakat eğitim ve meslek, kıyafet ve törenler örneğinde olduğu gibi, ataerkil ve kapitalist sistemde hasmane bir rekabet, unvan sevdası, hiyerarşi, kibir ve başarı baskısı gibi savaşı destekleyen güçlü hegemonik duyguları besleyen ve yaygınlaştıran içeriğe sahipler. Woolf, arkamızda ataerkil sistemin, boşluğu, ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü ve gurursuzluğuyla evin durduğunu; önümüzde ise kamu yaşamının, bencilliği, kıskançlığı, kavgacılığı ve açgözlülüğüyle profesyonel sistemin durduğunu, her ikisinin de şeytanın tercihleri olduğunu söyleyerek umutsuzluğunu beyan eder. “Köprüden atlayıp, oyuna son verip tüm insan hayatının bir hata olduğunu söyleyip bu hayata son versek daha iyi olmaz mı” (2015, 104) diyerek bizi çıkışsız bir noktaya getirir. Ancak yine de bir an olsa dahi kadınların eğitim almalarını ve meslek sahibi olmalarını arzulamaktan vazgeçmez. O zaman eğitimde ve iş yaşamı içinde olup da savaşı önlemek isteyen insanlar olarak nasıl kalabileceğimiz sorusunu sorar. Ona göre mevcut dünyanın ataerkil sözcüklerini tekrarlayarak ve yöntemlerini izleyerek değil, ancak yeni sözcükler bularak ve yeni yöntemler geliştirerek savaşı önlememiz mümkündür.  Bu amaçla, mesleği icra etmenin, yoğun ve uzun iş saatleri, aileden ve çocuklardan uzak kalma, emeklilik yaşının çok geç olması, başarı odaklı vb. çerçevede tanımlanan ve bu haliyle insanda yabancılaşmaya, his kaybına ve ruhsal sakatlanmaya yol açan anlamını sorgulamamızı ister.

Woolf’un Feminist Pedagojisi

Woolf, İngiltere’nin büyük ve köklü üniversitelerinde verilen eğitimi ataerkil ve kapitalist değerler öğrettiği, dolayısıyla savaşa destek verdiği için eleştirir. Eğitimli adamların kızları için kadın epistemolojisi ve etiğine dayalı feminist bir pedagoji anlayışıyla işleyecek bir okulun kurulmasını önerir. Çünkü ona göre, kadınların erkeklerden farklı mekânlarda farklı deneyimler geliştirmeleri farklılıklara neden olmuştur. Kendi konumsal durumları    -ev içi alanla ve bakım emeği göstermekle sorumlu tutulmaları nedeniyle örneğin savaşmamaları ve hayvanları öldürmemeleri- onları dışarlıklı hale getirdiği için, geliştirdikleri farklı epistemoloji ve etik nedeniyle, ataerkilliği, kapitalizmi ve faşizmi sorgulama, dolayısıyla savaşı önleme noktasında erkeklere göre daha avantajlı konumdalar. Bu doğrultuda kendi feminist pedagojisini, “eğitimli adamların kızlarının dört öğretmeni” olarak ifade ettiği dört ilkeye dayandırır: Yoksulluk, erdem, küçümseme ve gerçek dışı bağlılıklardan bağımsızlık (2015, 114-115).

  1. Yoksulluk, “yaşamak için yeterli para”ya sahip olmak anlamına gelir. Nedir bu yaşamanın ve yeterli paranın kriteri? Başka bir insana bağımlı olmayacak kadar; akıl ve bedenin tam gelişimi için gerekli olan sağlıktan, boş zamandan ve bilgiden bir parça alabilecek kadar paraya sahip olmak. Ancak ona göre bu para ne daha fazla ne de daha az olmalıdır.
  2. Erdem, yapılan işte para için beyni satmayı reddetmek, yani entelektüel iffet anlamına gelir. Böyle bir durumda Woolf, işi bırakmayı ya da işi araştırma ve deney amacıyla yapmayı önerir. Örneğin bir sanatçıysanız, sanat için sanat yapmalısınız veya mesleki bilginizi ihtiyacı olanlarla karşılık beklemeden paylaşmalısınız. Ya da bir gazeteciyseniz başkasının emri altında yazmak zorunda kalmamalısınız. Çünkü gazeteciler baskı altında yazarlarsa, okuyucuların olaylar hakkında doğrulara ulaşma imkânı kalmayacaktır. Doğruları yazmayan gazetecileri Woolf, eskiden kölelerin piramitlere taş taşıdığı gibi kitaplara, makalelere sözcük taşıyan şimdilerin köleleri olarak görür ve onlara, bileklerindeki kelepçeleri atıp iğrenç işlerini bırakmalarını söyler. (Fakat burada araya girip, gazetecilerin, yazarların veya akademisyenlerin sadece baskı altında oldukları için değil, daha fazla ün, para, konum ve güç elde etmek için de -hatta sırf bu nedenlerle- piramitlerin taşlarını döşediklerini söylemeliyim.)
  3. Küçümseme, mevcut dünyanın erdemlerini yüceltme yöntemlerinin hepsini yok saymak, alayı, belirsizliği ve sert eleştiriyi, üne ve övgüye tercih etmek anlamına gelir. Woolf, size sunulan rozetleri, nişanları veya dereceleri bunları verenlerin suratına aynen fırlatın diye salık verir.
  4. Woolf’a göre gerçek dışı bağlılıklardan bağımsızlık ise, kendinizi her şeyden önce milliyetçilikten, akabinde dinsel gururdan, bir okul veya koleje bağlı olma gururundan, aile ve cinsiyet gururundan ve bunlarla alakalı diğer gerçek dışı bağlılıklardan temizlemeniz gerektiği anlamına gelir.

Bu dört temel ilkeye bağlı feminist pedagojinin hâkim olacağı okulun başka özellikleri de var: Taştan ve renkli camdan değil, toz geçirmeyen ve geleneklerin nüfuz edemeyeceği kolay yanıcı ve ucuz malzemelerden inşa edilmeli; camlı bölmelerde kilit altında tutulan eski kitaplar yerine her zaman değişen yeni kitaplar olmalı; zengin-yoksul, akıllı-aptal ayrımı olmamalı; hiçbir derecenin, unvanın, sınavın olmadığı, vaaz verilmeyen bir yer olmalı. Özetle bu okulun amacı, ayrım yapmak ve insanları uzmanlaştırmak değil, birleştirmek olmalı. “Beden ve aklın birlikte çalışmasının yollarını aramak ve insan yaşamında hangi yeni birleşimlerin sağlam bütünlükler ortaya çıkardığını bulmak olmalı.” (2015, 48).

Okulun yanı sıra Woolf, feminist pedagojinin bir parçası olarak, kadınların kendi topluluklarını kurmaları gerektiğini de savunur. Bu topluluğun adı “Dışlanmışlar Topluluğu” olacak. Topluluk, anonim ve esnek bir yapılanmaya sahip olacak. Bu toplulukta antlara ve seremonilere yer olmayacak. Topluluğun amacı, adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerine saygı duyarak tüm erkeklerin ve kadınların haklarını savunmak olacak. Bu doğrultuda ilk görevi savaşmamak; ikinci görevi savaş durumunda yardım etmemek; son görevi ise, erkek kardeşlerini savaşa kışkırtmamak, aksine onları savaştan caydırmak olacak. Bütün bunları yaparken “kayıtsız” bir tavrı devam ettirecek. Woolf’un kastettiği kayıtsızlık pasiflik veya duyarsızlık anlamına gelmez. Aksine başka türlü bir direniş şeklini ifade eder. Woolf için belli bir ülkeye aidiyeti kabul etmemek, kadınların “kayıtsızlığının” doğasıdır ve bu kayıtsızlığı bazı eylemler takip edecektir. Bunlar, vatansever gösterilerde yer almamak; savaşı teşvik eden hiçbir şakşakçı kitlesinde yer almamak; diğer insanlara “bizim” medeniyetimizi veya “bizim” hâkimiyetimizi empoze etme arzusunu yüreklendirecek her türlü seremoniden kendini uzaklaştırmak; özgürlük düşmanı bütün işlerin -silah yapımı ve satışı- dışında kalmak; bağımsızlığa saygı gösterdiklerini iddia ederken, aslında özgürlüğü kısıtlayan eğitim kurumlarında görev ve paye almayı reddetmektir.

Virginia Woolf’un yaşamını yitirdiği 20. yüzyılın ilk yarısından beridir kadın haklarıyla ilgili çok şey değişti. Bahsettiği sorunlardan bazıları işlevsizleşti, bazılarını ele alma şekli değişti. Halen engeller olmasına rağmen kadınlar artık üniversitede eğitim alıyor ve meslek sahibi oluyorlar. Fakat halen savaşlar sürüyor ve milliyetçilik vatanını sevmenin biricik yolu olarak görülüp idealize edilmeye devam ediliyor. Bir şey daha değişmedi o da özellikle şu aralar Türkiye gündeminde oldukça tartışılan, Woolf’un bahsettiği entelektüel iffetten yoksun gazeteciler ile onlardan medet uman siyasetçilerin ilişkisi.

 

Kaynakça

Woolf, Virginia. Üç Gine, Çev. İlknur Güzel (İstanbul: İletişim Yayınları, 2015).

…………………Kendine Ait Bir Oda, Çev. İlknur Özdemir (İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları, 2017).

…………………Benlik Üzerine Denemeler, Çev. Esra Çakıruylası (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2017).

‘Okuyan Kadınlar’ı Okumak

Bir Cevap Yazın