Yeşil Kuşak – Ilımlı İslam – Seküler İslam

ABD eliyle 1977’de yaratılan Yeşil Kuşak projesinin güncellemesi olarak Ilımlı İslam: “Türkiye Yeşil Kuşak ülkelerinin gözdesiydi. Diğer ülkeleri de istendiği gibi üreten-tüketen toplumlar yapmak istediler. Adına da Ilımlı İslam dediler. İçerde şeriatçı, dışarıda Batı’yla tam uyumlu

2017 Mayıs ayında ölen Polonya kökenli ‘derin ABD’li oyun kurucu Brzezinski’nin baş teorisyeni olduğu Yeşil Kuşak projesi 1977’de faaliyete geçmişti. Bu faaliyetler, SSCB’nin güneyindeki ülkelerde Müslüman halklardan Anti-Komünist bir set kurmak olarak özetlense de aslında Dünya’da Müslüman nüfusa sahip tüm ülkelerde değişik biçimlerde ve oranlarda anti-komünist, anti-batı, anti-Hıristiyan, anti-SSCB, anti-emperyalist (koşullar hangisine el veriyorsa) ideolojik ve kültürel örgütlenme, kadrolar yetiştirme, paramiliter kuvvetler meydana getirme şeklinde komplike çalışmalar idi. CIA’nın tüm dünyada siyasal sistemlere müdahale etmeye çalıştığı, Kolombiya’nın kokain, Honduras, Ekvator gibi ülkelerin muz ticaretinden aldığı pay sayesinde büyük bir bütçe ile geniş bir hareket kabiliyetine sahip olduğu yıllardan bahsediyoruz.

Yeşil Kuşak projesinin handikabı, bu projenin uzun vadeli, kalıcı ve etkili olabilmesinin yolunun gerçekçi ve yerel kültüre dayalı olmak zorunda olmasıydı. ABD’li Hıristiyan CIA memurlarının Malezya’ya gidip Müslüman mahallelerinde tarikatlar, cemaatler, şeriat hedefleyen dernekler, okullar, Kuran kursları açmaları pek mümkün değildi. Hatta, sahada üzerlerine yankilerin kokularının bile sinmediği oyuncular olması gerekiyordu. Hem ABD ile temasta olabilecek kadar esnek, hem ABD’ye küfür edebilecek kadar katı olmaları gerekiyordu. Bu proje için siyasi ihale açıldı. Siyasi ihalelerin ekonomik olanlardan farkı, talipler teklif vermez, teklif onlara gelir. Bu ihale, petrol kuyuları ve tahtları sürekli en üst seviye korunmaya muhtaç Körfez krallarına, prenslerine, özellikle Suudi’lere verildi.

Hem ideolojik, hem ekonomik çıkarlarına uygun, hem de egolarını tatmin eden bu işe Körfez prensleri canhıraş sarıldılar. Afrika’nın en iç bölgelerinden Uzakdoğu’nun küçücük adalarına kadar misyonerler ve petrol paraları gönderildi, ilkokul çağına gelmemiş Endonezyalı, Pakistanlı, Nijeryalı, Sudanlı çocuklar kuran kurslarına, tarikat yurtlarına tıkıldılar ve bu ülkelerde, en basit tabiriyle, üç kuşak cihatçılaştırıldı.

Bu cihatçılaştırmanın arkasından, projenin gerçekçiliğindeki başarı ile beraber kendi ekonomisini, kültürünü, şeriatını üreten, sürdüren, büyüten ‘Müslüman toplumlar’ ortaya çıktı. Dünya’nın dikkatini çekmemek için ‘batı imajlı’ yöneticilere sahip olanlar, ‘egzotik’ görüntüsüyle dünyaya tanıtılanlar, arka planda, şeriatla yönetilen şehirlere, mahallelere, anti komünist ama aynı zamanda anti-seküler, anti-batıcı, anti-emperyalist (anti-kapitalist asla değil) bir yaşam formu ortaya çıktı.

Yeşil Kuşak projesi Afganistan’da komünistlerin genel seçimleri kazanması sonrası yaşananlarla nasıl militerleşebileceğini ispatlamış olsa da birçok ülkede ilericilerin önünde sosyo-kültürel bir barikat olarak başarılı oldu. Kapitalizmin yoksullaştırdığı, geleceksizleştirdiği kitleler için mistik bir kurtuluş, afyon görevi gördü. Sabır ve şükür toksinleri sisteme yönelebilecek potansiyel tepkiyi pasifize ederken, sırat köprüsünde hesaplaşma teorisi de bastırılan öfkenin bünyeden zararsızca tahliye edilmesini sağladı.

Komünizmle mücadele dernekleri benzeri yapılar sistem dışına çıkabilecek gençleri cennet vaadi ile mayıştırıp ABD işbirlikçisi sağ liderlerin oy deposu haline gelen tarikatlarda topladı. Sağ iktidarlara yönelik tüm ilerici hareketlerin önüne bazen silahla bazen oy pusulasıyla sürüldüler.

Suudi ve Körfez prensleri her ülkede kendi küçük iktidarlarını kurdular, yerel şeyhler buldular, müritlerini iktidar pazarlıklarında kullandılar. Yeşil Kuşak Projesindeki rolleri sadece anti komünist örgütlenmelerin sponsoru, manevi lideri olmaktan öte ticarete de sıçradı. Prensler mutluydu, Arap Yarımadasındaki yarı meşru, adı sanı bilinmeyen bir prenslikten global bir krallığın tanrısal temsilcisi olmakla kalmamış, harcadıkları paraları da kat kat geri almışlardı. CIA mutluydu çünkü yoksullar, emekçiler, emperyalizmin en fazla ezdiği halklar canı gönülden komünizmle mücadele ediyor, emperyalist çarkları yağlıyorlardı.

Yeşil Kuşak 1977’de aktive edildiğinde eline düşen ilk 12-18 yaş kuşağı orta yaşa yaklaştığında SSCB çöktü. Yeşil Kuşak ideolojik mekanizmaları kurulu oldukları coğrafyalarda bir kuşağı altlı üstlü elden geçirmişti. İkinci kuşak üretim bantlarından çıkmak üzereydi. Üçüncü kuşak süreçlere katılmıştı bile. Yeşil Kuşak kendi ilişki biçimlerini, ekonomik dinamiklerini üretmişti. Boşa çıkmaya direnecekleri açıktı. Mafyalaşma ve siyasallaşma hızı baş döndürdü. Ticarileşmiş olmaları ve reel siyasette en azından ‘destekçi’ pozisyonunda edindikleri tecrübeler bu hızlı geçiş imkanını sağladı. 1977-1990 arası dönemde hem politik hem askeri anlamda NATO, CİA gibi kurumlarca desteklenen, suçları ve faaliyetleri perdelenen Yeşil Kuşak mamülleri için yeni bir dönem başlıyordu.

SSCB’nin dağılması, komünizmin ABD, CIA, Petrol Kralları için tehdit olmaktan çıkması ile birlikte Yeşil Kuşak projesi gereksizleşti. Batı bu hızlı çöküşe hazırlıklıydı diyemeyiz. SSCB karşıtlığı doğal sonuçlarla biten, özgüveni yükselen Yeşil Kuşak enstrümanları ‘eski dönem bakiyesi’ olmak için fazla güçlüydüler. Bu yığınlar coğrafyalarında komünizm tehlikesini bertaraf etmek için işe yarıyorlardı ama bu tehdit ortadan kalktığında küresel sermayenin hiçbir işine yaramayan, basit bir ürüne müşteri bile olamayan kuru kalabalıktan başka bir şey olmadıkları ortaya çıktı.

Yeşil Kuşağın üretici ve uygulayıcıları, yüz milyonlarca cihatçı, şeriatçı, Müslüman kimliğinden başka bir kimliği olmayan, eğitimsiz, üretmeyen, tüketmeyen, nefret, öfke duygularıyla yetişmiş, düşmansız bir hayatı tanımlayamayan, güdümlenmediği durumda kontrol dışına çıkabilecek yani kısaca emperyalist/kapitalist sistem için tehlikeli bireyler hakkında endişelenmeye başladı. “Hadi bitti, dağılıyoruz arkadaşlar” diyemeyecekleri kadar gerçek bir cihatçılık ile karşı karşıya idiler, İran devrimi gibi kazalar yaşamışlardı ama kalanında işler kontrol altında gibiydi. Hem bu yaygın radikal İslamcılığın taşmaması, hem kapitalizm ile uyumlu hale getirilmesi gerekiyordu. Ilımlılaştırmanın yollarını aramaya başladılar.

Yeşil Kuşak projesinin uygulandığı ülkeler arasında, global sistemin ticari anlamda en sevdiği ülke Türkiye idi.

Afrika ülkeleri ya da Uzakdoğu ülkeleri ‘cihatçı asker’ çıkarmak için uygun olsalar da, global ekonominin ne istenen üretici pozisyonunda (yoğun emek sömürüsüne ve ucuz işgücüne dayalı, sosyal haklardan yoksun, iş güvenliği kurallarına uymak zorunda olmayan vb. üretim), ne de tüketim toplumu pozisyonunda (otomobil sektörünün seviyesi, mobil telefon sayısı, lisanslı Windows sayısı, global ticari markaların satış adetleri vb.) kapitalizmi tatmin etmiyordu. Ayrıca bu ülkelerin yetiştirdiği gençlik yeşil kart ve mültecilik uygulamaları ile geldiği ABD ve AB’nin yaşlanan nüfusuna derman olacak (uygun iş pozisyonlarını doldurabilecek eğitim, topluma uyum, göç ettiği ülkelerde doğacak çocuklarını ‘batılı’ yetiştirme eğilimi, ülke ekonomisine ve devlet bütçesine vergi ödeme yoluyla katkı vb.)  niteliklere sahip değildi.

Oysa Türkiye, yan sanayi, montaj sanayi kapasiteleri, mühendis, doktor, teknik ara kadro yetiştirme potansiyeli ile ABD ve AB emperyalizmi için nimet gibiydi. Kot kumaşı taşlama işi güzel örnektir. En yüksek kalite kot kumaşı Türkiye’de üretilir, düşük kâr marjıyla Batı’ya satılır, Batı yüksek kâr marjıyla bu kumaşları dikip dünyaya satar. Kot pantolonu taşlama atölyesini AB sınırları içinde kuramazsınız. İş Güvenliği yasaları izin vermez. Bunun mümkün olduğu, ucuza mal edecek ve kaliteli üretecek ülkeler lazımdır. Türkiye yani.

Tarımda da benzer şekilde, yüksek miktarda su tüketen, yoğun ilaçlama gerektiren ürünlerin üretileceği topraklar, bu toprakları ucuza işleyecek insanların olduğu ülkeler lazımdır (bu ülkelere ilaç, gübre satarak oradan aldıkları tarım ürünlerinin parasını fazlasıyla zaten çıkarırlar). Bu iş disiplinine sahip, üretim ve sevkiyat organizasyonunu yapacak, Batı’nın bankacılık, sigorta sistemleri ile uyumlu olması gerekir. Türkiye yani.

Ve en önemlisi, buralardaki üretim süreçlerinden para kazanmak isteyen Batı’lı firmaların yatırım güvencelerinin, can güvenliklerinin, gerektiğinde terk etme özgürlüklerinin olması gerekir. Türkiye yani.

Türkiye bu sebeplerle, Yeşil Kuşak ülkeleri arasında Batı’nın en işine gelen ülke idi. Türkiye’yi diğerlerine örnek gösterip, onları da Türkiye gibi, istendiği şekilde üreten, istendiği şekilde tüketen toplumlar haline getirmek istediler. Bu operasyonun adına “Ilımlı İslam” dediler. Yani, içerde şeriatçı, dışarıda Batı’yla tam uyumlu.

Haftaya, SSCB’nin çöküşü sonrası Yeşil Kuşağı Ilımlı Kuşağa çevirme operasyonu…

2 YORUMLAR

Bir Cevap Yazın

[td_block_10 limit="6" custom_title="YAZARIN DİĞER YAZILARI" autors_id="26"]